Likya’nın Şarkısı
Tudem Yayınları tarafından basımı yapılan “Likya’nın Şarkısı” bugün geldi elime kargodan. Arka kapak yazısını okuyarak odama geçtim ve o andan itibaren okuma isteği duydum. Şimdi de son sayfasını kapattım. Yanılmamışım, son sayfaya kadar heyecanla okumayı sağlayan bir kitap. Kitabı küçük cadıma değil kendime okudum. Sanırım onun okuması için biraz daha zamana ihtiyacı var. En azından kitaptaki kahraman Likya’nın yaşına gelmesini beklemek gerekecek. Seran Demiral tarafından yazılan kitabın ayrı bir tılsımı var. Aslında annesinin hastalığı ve ölüm korkusu üzerinden yaşamı sorgulayan kız çocuğu etrafında daha pek çok konu işlenmiş. Arkadaşlık, dostluk, ilk aşk, paylaşım, ilişkiler üzerine de çokça şey söylüyor ve düşünmeye itiyor kitap.
İtiraf edeyim tüm bunlardan öte “Likya” adı bile kendi başına merak ve ilgi oluşturuyor. Likya kelimesi üzerinden Likya Uygarlığı’na kadar çokça şey okuyabilirsiniz merakınızın peşinden giderken. Ben de böyle uzun yollara sapabiliyor o merak duygusu bazen 🙂 Bu sefer de benzer şey oldu. Neyse fazla dağılmadan kitaba geri dönmek istiyorum, Likya ve annesi Mısra farkında olmadan o kadar çok şey çağrıştırdı ki, başka bir okurda aynı şeyler olur mu bilmem. Ama madem yazma isteği ve bu blog üzerinden alanı bende, o zaman ben başlıyorum. Öncelikle annelik konumumdan başlarsam, bir annenin başına gelecek her şeyde öncelikle evladını düşünmesi kaçınılmaz bir şey. Bir evlat olarak baktığımda da annemin hayatımdaki varlığı ve genel anlamda annelerin varlığı en büyük zenginliğimiz. Ama öyle sadece “zenginlik” deyip kenara koyacağımız türden bir kelime değil. Gerçekten edinebileceğiniz tüm güzel duyguları içine yükleyebileceğiniz bir zenginlik. Tam da bu hafta bir anne tavuğun yağmurdan korumak için civcivlerini kanatlarının altına aldığı videoyu izlemiştim. Sakın yazdıklarımdan tam da eril iktidarın istediği “kutsal annelik” vasfına methiyeler hazırladığım filan düşünülmesin. Her kadın özeldir ve “anne” olmak güzelliği gibi bir ton zorluğuyla da sadece kişi “istediğinde” yaşaması gereken özel bir duygudur; yani elbette istememe hakkı kadına aittir ve saygı duyulması gerekendir. Bu konuda yazdıklarım klasik anlamda kadını belirli roller içine tıkan ve oralarda bocalatmaya iten söylemlerden ayrı bir yerdedir. Bu yazı bu konuların dışında olduğu için bu kısa açıklama sonrasında devam etme gereği duyuyorum ve kitaba geri dönüyorum. Likya hayatının neredeyse tamamını müzikle yaşayan Mısra adında bir kadının kızıdır. Hatta sırf müziğin baskın olması nedeniyle annesiyle yeteri kadar zaman geçiremediği için müziğe de tepkili olduğunu düşünmektedir Likya. Ancak evdeki hesap çarşıya pek uymaz ve süreç içinde Likya aslında annesinden edindikleriyle hayatı algıladığı fark eder. Mısra hastalanır ve onun hastalık sürecini anne ve evlat arasındaki ilişkilerle izleriz kitapta.
Mısra ismi neden böyle yakın diye düşündüğümde işte çağrışımlarından bir tanesi geldi aklıma. Tekirdağ Çorlu’daki tren kazasında evladını kaybeden bir annenin adıydı Mısra. Kadının sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla “haklı adalet arayışı”nın evladını getiremese de başka evlatların kaybına engel olacağını düşünüyor ve umuyorum ki bu kötü olayda ihmali olanlar gereken şekilde cezalarını alırlar. Mısra hanımın çığlıkları ve evladına olan özlemi insan olan hiç kimsenin anlamayacağı türden değil. Hangi sebeple olursa olsun evladını kaybeden tüm anneler gibi elbette. Bu nedenle kitabı okurken tüm bu çağrışımlarla ve gerçek hayatta karşılaştığımız kayıplarla beraber okudum yazarın hayal dünyasını. Söylemeden geçemeyeceğim; yeryüzünde hiçbir annenin evlat acısı yaşamaması ve hiçbir çocuğun da annesiz kalmamasını diliyorum. İtiraf ediyorum; bu satırları hormonlarımın zapt ettiği(bir yolcumuz eşlik ediyor bu ara bedenime çünkü) vücudumun etkisiyle de yazıyorum ama normalde de bundan farklısını düşünemezdim. Sadece daha yoğun hissettiğim duygularda kitaptan uzaklaşma endişesini ara ara hissediyorum o kadar. Ama zaten yazar yazdıktan sonra mesele o kitabın okurda bıraktığı duygu değil mi? Ben kendi izlerimden gidiyorum tam da bu nedenle.
Tekrar kitaba dönecek olursak klasik bir ailede büyümüyor Likya. Babası yok mesela ama neden ve nasıl onlardan ayrıldığına dair bilgi de yer almıyor. Likya annesi Mısra ve annesinin arkadaşı Linda ile beraber yaşıyor. Her sabah annesinin müzikle ve türlü şaklabanlıklarla kızına hazırladığı kahvaltıda benzer şikayetlerde bulunan Likya, okula karanlıkta gitmekten dertli olarak başlıyor güne. Okulda şanslı bir çocuk aslında; çünkü, anlatılan olaylarda kendisini anlamaya çalışan eğitimciler ve arkadaşları var. Annesi hastalandığında da yine onların desteği çok büyük. Likya’nın annesi kendisini halsiz hissetmesine rağmen doktor kontrollerini aksatıyor ve Linda’yı da yanlarına alıp Kapadokya’ya tatile gidiyorlar. İşte kitabı sevmemin ikinci sebebi de bu. Ben de Kapadokya’ya birkaç kez gittim ve her defasında büyüleniyorum. Daha iki gün önce kızımla oraya gitme hayali kurmuş ve ona resimlerini göstermiştim. Kitaptaki diyaloglar sanki bizim evden alınıp oraya yazılmış gibi 🙂 Baktım Seran Demiral’ı tanıyor muyum diye ama tanımıyorum 🙂 O kadar tanıdık ifadelerle anlatılıyor bu mekana dair duygu ve düşünceler. Kendimi dünyada gibi hissetmiyorum ben Kapadokya’dayken ve kitaptaki diyaloglar da benzer. Herkes bu mekanı kendince tanımlamaya çalışıyor. Bir diğer güzel yanı da Likya’nın arkadaşı Yalım’ın el emeği göz nuru ve her şeyden öte düşüncelerinin duygularıyla birleşip alın terine karıştığı hediyeleri. Ay çok severim böyle insanları. Kendine has dünyaları olan ve oralarda farklı oldukları kadar bence çekici olan insanların çoğalmasını diledim bu kısımları okurken. Likya da süreç içinde duygularını müzikle ifade ediyor ve bunu farkında olmadan yapıyor. Yani aslında müzikle düşünmeye başlıyor her şeyi ve aniden melodiler çıkıyor ağzından. Bir de Öykü var; oldukça içten ve doğal bir dost. Kısacası sadece hastalık ve ölüm korkusu değil, arkadaşlık ve dostluğun işlenmesi de önemli. Hem de dünya hızla kirlenirken böylesi ilişkileri çocuklar arasında görmek/okumak bir parça daha umudu yeşertiyorken. Likya yaşadıklarıyla dönüşüyor ve değişiyor. Bazı acılarla erken yaşlarda karşılaşan hemen herkes gibi. Arkadaşları da bu dönüşümün farkında aslında. Yani diyeceğim o ki; öyle yüzeysel işlenmiyor hiçbir evresi hastalığın ve ölüm korkusunun. Bir çeşit yaşamı anlama telaşı aslında kitap.
Mısra hastalığını yeniyor ve bu süreç onların hayatlarını yeniden değerlendirmelerine de vesile oluyor. Bu kitabın güzel yanlarından bir tanesi. Diğeri de üç arkadaşın son ödevlerinde araştırma projesi olarak ölümü konu almaları. Herkes ölümü kendi yorumları ve araştırmaları eşliğinde değerlendiriyor. Bunların hiçbirinde bağnaz ifadeler yok, öncelikle bunu belirtmek gerekiyor. Bir diğeri de korkulacak bir şey olarak değil, başka türlü hayatı anlama çabası olarak veriliyor her şey. Çocukları hayata dair düşünmeye itiyor ve bence bu son derece kıymetli. Kalıp yargılardan uzak ve sakince bir konu etrafında detaylıca araştırma ve düşünme çabası. Aslında felsefe yapılıyor bir anlamda. Kitabın sonunda Likya annesine bir şarkı yazıyor ve dillendiriyor. Annesi de o zamana kadar sakladığı gözyaşları eşliğinde alıyor bu hediyesini. Ben oldukça etkilendim ama dediğim gibi herkes kendi konumundan ve yaşından okuduğunda başka şeyler hissedecektir. Verdiği ve duyumsattığı güzel duygular ve başka türlü arkadaşlık ilişkilerine tanıdığı olasılık üzerinden bile olsa yazarın kalemine sağlık diyorum.
Son Yorumlar