Bozkırda Altmışaltı

Aslında istisnai durumlar dışında bu blogda çocuk edebiyatı dışındaki kitaplara yer vermiyorum ve bu da o istisnalardan birisi. Kitaptaki hikayelerden birinde yer alan çocuk karakteri dolanıyor birkaç gündür kafamda ve geçen gün sofrada kızımla da paylaştım hikayesini. Meliha işte o çocuk. Çok yer etti içime Meliha ve yazmasam rahatlayamayacağım sanki. Mustafa Çiftçi bozkırda yaşam öykülerini anlatıyor ve oraya bakmamızı sağlarken aslında insana dair olan şeyleri sunuyor bize. Kapak fotoğrafının Ara Güler’e ait olduğunu şimdi farkediyorum. Kitabın editörlüğünü Levent Cantek yapmış ve kitap İletişim Yayınları tarafından basılmış. 

Birbirinden farklı hikayelerin yer aldığı kitapta her hikayede başka bir dünyaya giriyorsunuz okur olarak. Beni en fazla etkileyen de küçücük bir kız çocuğu olan Meliha oldu. Aslında Meliha ana karakter değil öyküde, kıyıda, köşede kalmış ve ana karakterlerin çocukluk arkadaşlarının çocuğu olarak küçücük yer edinmiş bir karakter. Ama işte tüm kitap bir yana Meliha bir yana benim için. Ailesinin yoksulluğunu bedeninden ödeyen bir kız çocuğu. Anne ve babası geçim derdi ile çocuklarına bakamayacağını düşününce kendi aralarında konuşuyorlar ve iki çocuklarını yurda vermeyi düşünüyorlar. Baba olan Kamber diyor ki eşine; “Ben bunlara bakamıyom. Devletten zengin değilim ya avrat. Vereceğim ikisini yuvaya. Her sofraya oturmalarında beş ekmek yiyiyorlar.” Bu sözleri duyan Meliha ise o sıralar sekiz veya dokuz yaşında. Ne yapıyor o kız çocuğu biliyor musunuz? Korkudan çok az yemeye başlıyor, sanıyor ki az yerse babası onu yuvaya vermeyecek. Böylelikle günden güne zayıflıyor Meliha. “Ah” kelimesi geçti içimden çokça bu satırlarda. Meliha’yı ve bir kızını da daha yuvaya veriyor baba buna rağmen. Oysa Meliha o zayıf düşen bedeniyle nasıl da büyük bir çığlık atıyor kendisine ayrılan o iki satır içinde. İşte kitaptaki tüm hikayeler bir yana Meliha bir yana benim için. Maalesef ama maalesef geçim sıkıntısı pek çok aileyi vuruyor, hala da çok vahim bir tablo var önümüzde. Bununla beraber bu yükten en çok çocukların pay alması ağır geliyor bana. Ebeveynlerine de öyledir mutlaka. O yüzden seneler sonra büyüdüklerinde de aslında hep çocukluklarındaki izleri takip ediyor insan gibi geliyor bana. Niyetim moral bozmak değil, aksine Mustafa Çiftçi gayet güzel bir dilde anlatmış hem bozkırı, hem insan hikayelerini. Çoğu sanki yanı başımızda yaşanmış da, biz kenarında kalmışız gibi. Tanıdık yüzler beliriyor hayalimde. Bazıları var ama, mesela Meliha, işte o içimi yakıyor kitap boyunca. Küçücük bir çocuğun ne suçu var ki, o kadar korkup endişelensin ve ailesinden kopmak zorunda kalsın? 

Kitapta aslında çocukluk izleri takip edildiği için bana yakın geldi okuma ve bu da üzerine yazma nedenlerimden birisi. Mesela bir başka hikayede çocukluk aşkını unutamayan ve hayatının büyük bir kısmını bu bocalamada geçiren Tolga var. Tolga o kadar güzel anlatmış ki Elif için ne hissettiğini, onun evini, ailesini, onların çocuk olduğu dönemdeki söylemleri, davranış şekillerini ve hatta eşyaların insanda bıraktığı etkiyi bile. Yine bazı çocukların anne veya babalarının ama özellikle babalarının çizdiği yolda hayatlarına devam etme zorunluluğu ve taşranın alternatifsizliği çok iyi anlatılmış. Bir iğne, bin kuyu adlı öykü buna çok iyi bir örnek mesela. İstemediği hayatı çocukluğundan itibaren yaşayan ve kendi tercihlerini yaşayamayan Şahin yine babasının kendisine seçtiği kız ile evlendirilir. Hangi hikayeye baksak hep bir yaşanamamışlık, yarım kalmışlık çıkıyor karşımıza. İstemediği kızla evlendirilen Şahin’den köydeki öğretmene sevdalanan ama sonra onun evli olduğunu öğrenen Çetin var bir de. Çetin de mesela Handan öğretmene aşık oluyor ama hayalinde onunla evlenirken de babasına yine hayalinde şu sözleri söylüyor: “…Babam da görecek dedim. Dükkan dibine gömdüğü, tezgah arkasına esir ettiği oğlu nasıl bir gelin seçermiş, nasıl bir kız alırmış, uyduruk dükkanın için ağzına geleni sayıp demediğini bırakmadın, üniversiteye salmadığın, adam yerine koymadığın oğlan nasıl bir erkekmiş? Bu sefer senin dediğin olmadı. Bu sefer senin oğlun kendi dediğini yaptı. Kendi istediğini aldı diye ne düşler gördüm, ne hayaller kurdum…”  Hep babaya, ataerkiye, otoriteye karşı çıkma çabası ama genelde bir düşme hali var hikayelerde. Çocukluktan itibaren yaşanamamışlıkların acısını çıkarma telaşı var bir de. 

Çokça anlattım yine ama bir hikayeye daha değinmeden bitirmek istemedim; o da futbol açısından yetenekli görülen Erkan’ın hikayesi. Öyle dokunaklı hikayeler ki elimdekiler, hangisine söz versem diğerine haksızlık etmiş gibi hissettim şimdi yazarken. Erkan, Bursa’da farkediliyor yeteneği ile, oraya çağrılıyor ve yaşadığı yer olan Yozgat’ta bayram havası esiyor. Bir manav kendisine şeftali getiriyor ve yemesi için veriyor. Erkan o şeftaliyi alıyor ama yemiyor, alıp küçük kardeşine götürüyor. Çünkü pazarda sülük satan babası eve sadece pazarcıların verdiği ve genelde çürümüş artık meyvelerden getirebiliyor. Küçük kardeş öyle güzel ve iştahla yiyiyor ki o şeftaliyi, daha da hangi cümleler kursa yazar bundan iyi anlatamazdı yoksulluk ve yoksunluk hallerini. Yine aynı noktaya geliyorum işte; insanı en çok çocuk tarafındaki eksikler yoruyor, kamçılıyor ve üzülüyor. Aynı zamanda oralardan öğreniyoruz hayatı. Mustafa Çiftçi duygulandırdı çoğunlukla hikayeleriyle; ama bir taraftan da ayna tuttu topluma ve dolayısıyla hepimize. Çocukların doğuştan sahip oldukları haklara ulaşabildikleri bir dünya düşüyle bitirmek istiyorum yazıyı. Kalemine sağlık yazarın, beni de kendi çocukluğumdan yakaladığı için de teşekkür ediyorum.    

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.