Aşıklar Bayramı ve “Babalık” Sorunu
Şu ara sıkça konuşulan konulardan birisi Aşıklar Bayramı filmi. İzledim ama izlerken de, bittiğinde de benzer duygular eşlik etti bana. Bir süre bekledim ve bendeki duyguyu yakından tanımaya çabaladım. Şimdi kesinlikle eminim; kırık dökük ve yarım kalmış babalık konularına karşı tepkiliyim ve o “babalık” figürünün normalleştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. 25 yıl oğlunu ve oğlunun annesini merak etmeyen, sormayan ve ilgilenmeyen bir baba hastalığının ilerleyen evrelerinde çıkıyor ve doğru düzgün tek bir açıklama yapmadan vedalaşmaya çabalıyor. Üstelik aşık geleneği üzerinden sosa batırılmış çokça söylem ve eşlik eden diyalog ile ama bu diyaloglar babanın etrafındakilerce yapılıyor. Yani baba, karşısında çaresizce çırpınan oğlu Yusuf’a tek bir cümlelik açıklama yapmıyor, yüreğine azıcık su serpmiyor. Hoş serpse de Yusuf’un 25 yılında her gün beklediği babasına dair hangi duygu yer değiştirir acaba? Yusuf’un her çırpınışında içim sızladı ve ben de onun gibi bekledim işe yaramayacak da olsa bir açıklamayı. Ama gelmedi; sadece bir yerde “Bunun sizin için daha iyi olacağını düşündüm” diyor kendince. Tamam bu bir düşünce ama bu yetişkin olarak senin kendini sakinleştirmek için verdiğin bir karar; peki bu kararın çocuğunda yarattığı tahribatı hayal ettin mi? Onun küçük bedenindeki büyük bekleyişleri tetikleyeceğini düşündün mü? Yoksun olmakla birlikte yaşayamadığı onca duyguyu hissettin mi? Kocaman bir yetişkine dönse, işini eline almış bir avukat olsa dahi içinde yaşından büyük bir boşlukla yaşadığını görebildin mi acaba o yol boyunca? Sıkça anlatmaya, hesaplaşmaya, yaşadıklarına bir yanıt aramaya çabaladı Yusuf ama babasından hiçbir adım gelmedi. Hatta söylemin ağırlığını hissedince kaçmaya çalıştı sadece.
Duygularımızla oynuyor baba figürü aslında. Hayatını tek kelime ile mahvetmiş olan oğlundan düşkün, yaşlı ve hasta bir adam olarak merhamet bekliyor ve daha da kötüsü onu anlamasını istiyor inceden inceye. Klasik bir helalleşme rutieli ve “ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın o babadır” düsturu tekrara düşüyor sanki Yusuf’un her geri adım atıp, sonra yine babasına bakıp onun yanına koşmasında. Şu ara iki kitap okudum ve ikisi de olgunlaşmamış ebeveynlerle ilgili. Bir tanesi, “Olgunlaşmamış Ebeveynlerin Yetişkin Çocukları”, diğeri de “Olgunlaşmamış Ebeveynlerin Açtığı Yaraları İyileştirmek” adını taşıyor. İki kitap(Sola Unitas Yayınları) boyunca hem kendi çocukluğum, hem de ebeveynliğim süzgeçten geçti, bununla beraber etrafımdaki ebeveyn rolleri de başka türlü belleğime işlemeye başladı. Heves Ali adlı baba karakteri de olgunlaşmamış ebeveyn grubuna çok iyi bir örnek. Yusuf da içselleştirici bir rol ile hayatının sorumluluğunu alan ve babanın açtığı yara ile yaşamak zorunda kalan kişi. Etrafımızda bu şekilde çok fazla ebeveyn ve çocuk ilişkisi var. Hatta belki bir döneme damga vuran davranış kalıpları sergileniyor film sayesinde. Filmdeki alevi kültürü ve aşık olma hali kısmına girmiyorum, ben sadece o yol boyunca can çekişen Yusuf’un peşinden gidiyorum bu yazıda. Yoksa Kemal Varol’un kalemine, o kalemi gerçekçi bir şekilde sinemaya aktaran Özcan Alper’e diyeceğim yok, hatta belki bunları yazmama sebep oldukları için teşekkür edebilirim. Film müzikleri konusu da meselem değil, onlar da tanıdık ve zaten belirli bir kesmi kendisine çeken yanları var. Tüm bunlarla birlikte benim içimde sızıya neden olan, gönlüme dokunan kısmı Yusuf’un aşık olan ve saza düşkünlüğü olan babası Heves Ali’ye hesap sormaya çabaladığı bir sahnede yaşadığı acıyı anlatırken “Şu bağlamanla bütün dünyaya laf ettin. Börtü böceğe söyledin, dağa, bayıra söyledin, yavuklularına söyledin. Bana gelince söyleyecek bir tane kelimen yok mu ya?” demesiydi. Onca sözden sonra Heves Ali sadece “Müsait bir yerde dur” dedi ve gerçek anlamda ne bir cümle, ne bir özür kelimesi sarf etmedi. Yetişkin olarak ilişkilerimizde yaşadığımız veya yaşayacağımız şeyleri ne şekilde göğüsleyeceğimiz ayrı bir konu ama iş kendi isteğimizle dünyaya getirdiğimiz bir canlının sorumluluğuna geldiğinde orada aynı davranış ve sözler sarfedemiyoruz. Heves Ali’nin eşi veya sevgililerini bu hesaplaşmadan bu anlamda ayrı tutuyorum ama iş oğluna gelince orada bam teli sızlıyor. Hele hele, tam da Yusuf’un dediği gibi herkese edecek sözü olup da oğluna olmaması çok acı gerçekten. Bu kısmın beni hüzünlendiren bir diğer yanı da türkülerle büyümüş birisi olarak, o büyük anlam dünyasına giren insanların ağızlarından çıkan her bir deyişi, türküyü hissederek, yaşayarak söylemelerini istememden kaynaklı. Yani “içini dolduramadığın söyleme girme” diye gönlümden geçiyor her bir bağlama sahnesinde. Heves Ali; sen bir karakter olarak bir dönemin gerçekliği olabilirsin ama tam da aslında bu olmamalı demenin zamanısın aynı zamanda. Herkese varsın sesin ulaşmasın ama çocuğuna ulaşsın, hatta en çok ona ulaşsın. Herkese yardımın varsın olmasın ama çocuğuna olsun, o büyürken senden yana eksik kalmasın. Senin sesinle büyüsün, senin deyişlerinle algılasın hayatı ve senin değerlerini eleştirsin, beğensin ve dönüştürsün. Vakti gelip de gideceğinde sana doymuş olsun ve çokça anı kalsın senden geriye çocuğuna. Yusuf’un yapmaya çalıştığı gibi tek bir fotoğraf karesindeki yüzlerce günün yoksunluğu değil; tam tersine bir karedeki binlerce anı belirsin gözünde senden sonraya. Filmin içine girip bunları söylemek isterdim Heves Ali’ye ve onun gibi tüm babalara. Bu yazı biraz kendimdeki duyguyu akıtma, biraz da o söylemi yazıya dökme ihtiyacı ile dolanıyor günlerdir benimle. 18 yaşındayken babasını kaybetmiş ve onunla aslında kavgası, mücadelesi, uğraşı ve yaşayacakları bitmemiş bir kız çocuğu olarak yazıyorum aynı zamanda bunları. Ayrıca iki çocuk annesi olarak tüm çocuklar adına içimde birikenlerle yazıyorum. Hesaplaşmak, özür dilemek, onarmak varken susup kocaman yoksunluklar bırakmak insanda yara açıyor. O suskunluk ister Heves Ali’ninki gibi yaşarken olsun, ister ani bir kayıpla olsun yine de yer bırakıyor insanın ruhunda. Babalık da en az annelik kadar sorumluluk isteyen, emek gerektiren, çocuk açısından kıymetli, önemli ve değerli bir şey bence. Tam da bu nedenle “eyyy babalarrrr çocuğunuzu/çocuklarınızı kendinizden ve iyi olan şeylerden mahrum bırakmayın, ne yaşamış olursanız olun, onlar için onarın kendinizi, eskideki yaralara yamalar yapın ama yine de onlara iyiyi taşıyın. Hiç olmuyorsa, beceremiyorsanız özür dilemekten başlayın onlarla yeni yaşama. Çünkü maalesef siz onda en iyiyi oluşturabilirken, en kötüyü de iz olarak bırakabiliyorsunuz. Yarım kalmasın yani hiçbir şey, kalmasın diye çabanız olsun en azından” diyeyim de içimde kalmasın… Kültürel işlevi, sazı, sözü, deyişleri, türküleri için filmde emeği geçenlere teşekkürler ama en çok da filmde konu alınan artık miladı bitmesi gerektiğini düşündüğüm “babalık” figürü üzerinden bu yazıyı yazmama sebep oldukları için teşekkürler.
Son Yorumlar