Güzel İzmirim :)

İzmir’e ilk gidişim 1998 yılıydı. Kulağımda bir sorun vardı ve Kocaeli’deki doktorumuz İzmir’e taşınmıştı. O yaz annem ve babam ne yapıp edip beni o doktora götürmeye karar verdiler. Babamla tek ve ilk şehirlerarası yolculuğumuzdu. Çok küçükken İzmir’de çalışmış olan babam için ayrı bir deneyimdi bu seyahat; çünkü çokça anısı vardı. Beni önce doktora götürdü ve sonra da çalıştığı yerleri gezdirdi. Basmane için, köyden kente göç edenlerin uğrak yeri diyebiliriz. Oradaki zorlu barınma hayatından bir şeyler anlattı ama çoğunu da kendine sakladı. Çünkü sık sık gözünü kaçırdı benden ve ağladı. Sonra fuar alanına gittik. İlk kare de oradan zaten. Menekşe Çay Bahçesi diye bir yere geldik ve oradaki kocaman ağacı gösterip, onu fide olarak oraya ektikleri zamanları anlattı. Sonra fuarın nasıl hareketli olduğunu ve ünlü sanatçıların orada nasıl çalıştıklarını. Baktıkça duygulandı, baktıkça ağladı o gün. Çocuk denilecek yaşta para kazanmak için köyünden çıkıp geldiği şehre dair çokça anısı vardı ama bize azıcık azıcık anlatıldı onlar. Şimdilerde hayal etmek zor değil elbette. Bu yazdan sadece bir sene sonra , yani 1999 yılında üniversite sınavına girdim. Tercihlerimi ablamla yapmak için salonda listelerle geziyoruz. Bir türlü de son halini veremiyoruz. Gece 3 gibiydi ve babam geldi, dedi ki; “Lütfen İzmir’i yaz, orası çok güzel, lütfen orayı da ekle.” Biz de ablamla Ankara Üniversitesi, Marmara Üniversitesi diye başlayan bir liste hazırlamışız ve neredeyse son hali. Hiç unutmuyorum, “Of baba, yok İzmir’i yazmadık” dedim. Sonra o gidince ablamla düşündük, taşındık ve Ankara’dan sonra İzmir’i yani Ege Üniversitesi’ni yazdık ikinci sıraya, üçüncü sıraya da Marmara kaldı.  O listeyi son hali diye doldurup formu hazır hale getirdik. Şimdi yazarken bile tuhaf oldum. 13 Ağustos 1999 tarihinde bir haber geldi ve babamı kalp krizinden kaybettik. Kalp krizi vefatları insanı sarsıyor, çünkü evde hiçbir şeyi olmayan insan güle oynaya çıkıyor ve bir kaç saat sonra ölüm haberi alıyorsunuz. 

Cuma akşamıydı, hatta Servet bir mekanda müzik dinletisi yapıyordu ve annemle ben de oraya gidip onu dinleyecektik babamla. Ama olmadı işte. Babamın haberi ile hastane aciline koştuk. Doktor çıkıp “Geldiğinde zaten kalbi durmuştu” dedi ve sonrasını anımsamıyorum. Tam anlamıyla bant koptu. Nasıl eve geldik, kimler bizi toparladı hatırlamıyorum. Sadece çok sık “Hayır” dediğimi anımsıyorum. Bir ara bir kadın geldi dizlerimin önüne oturdu ve dedi ki; “Kızım isyan etme, ‘Allahım sen bizi bununla bırak’ de” dedi. Ona bir şey demedim ama içimden bundan beter ne olur, ne diyor bu kadın dediğimi anımsıyorum. O kadın Sevgi teyzeydi. Cumartesi defin işlemi yapıldı ve evlerimize döndük yanımızdakilerle. Ev kalabalık ve hepimiz şoktayız. Yazıyı okuyanlarda var mıdır bu adet bilmiyorum ama bizde cenaze defin işlemi yapıldıktan üç gün sonra topluca mezara gidilir. Biz de 16 Ağustos Pazartesi günü mezara gittik ve yeniden eve döndük. Bir kısım akrabamız evlerine döndü ve o gece ilk kez yataklar hazırlandı. Herkes bir yere azıcık dinlenmeye çekildi ve biz yine uyuyamayanlar olarak ama hepimiz aynı yerde öylece yaşadığımızı anlamaya çabalıyorduk. Derken o geceyi tüm Türkiye farklı bir şekilde kazıdı hafızasına. Gecenin içinde büyük bir gürültü ve şiddetli bir sarsıntı ile o büyük depremi yaşadık. Bağrış çağrışlar arasında, evimizde kalan herkesle beraber merdivenlerden inmeye çabaladık ve o sırada tuğlalar atıyordu merdiven aralarında. Bizim binamızda depremden dolayı vefat olmadı ve ev hasarlı bizler şaşkın olarak bekledik dışarda. Sonra arabaya atlayıp yakınlarımıza bakmaya çıktık. Sevgi abladan bahsetmiştim yukarıda. Gözü bana değer değmez “Ben sana isyan etme demiştim, ben şimdi hangisine ağlayayım” dedi. Kolay değil, kızı ve oğlu ile gelini ve damadını, bir de bir tane dünürünü kaybetmişti depremde. İki aileden de birer tane çocuk kalmıştı. O anı hiç unutamadım. Sahiden yaşadığımız her şeyin daha kötüsü olabilirmiş dediğim bir gündü. Sonra garip bir şekilde Tüpraş patlayacak denildiği için dağa doğru kaçmaya başladık. İnsanlar hem çaresiz, hem de şaşkındılar. Birkaç gün içinde hayatlarımız tepetaklak olmuştu. Detaya girmek istemiyorum. Zaten yıpratıcı bir süreçti yaşayan herkes için. Niyetim kabuk bağlayan yarayı deşmek değil. Hemen yakınlarımızla birlikte İstanbul’a geldik ve bir teyzemin bahçesinde kurulan çadıra geçtik. İşte orada kaldığımız günlerde geldi üniversite sınav sonuçları. Evimiz önce ağır hasar, ardından orta hasar raporu ile kalakalmıştı. Biz teyzemdeyiz ve sonuç Ege Üniversitesi. Dizlerim çözüldü ve kalakaldım. 

Ne olursa olsun bana harcanan emekler vardı ve ben okula başlayacaktım. Öyle de oldu. O zamanın sık kullanılan cümlesi olarak bir depremzede haliyle İzmir’e geldim. Nasıl güzel, nasıl sıcak, nasıl yaraları saran bir şehirdi öyle. İnsanlar nasıl da sahipleniyordu gelenleri. Okuduğum süre boyunca ve sanırım artık hayatım boyunca hep “iyi ki” diyeceğim bir yerdir İzmir benim için. 4 yıl içinde 6 kez ameliyat oldum. Ege Üniversitesi’nde Prof. Dr. Tayfun Kirazlı hocam tüm öğrenim hayatım boyunca hiçbir masraf almadan ameliyatlarımı yaptı. Hatta her defasında “Yatağım cam kenarı olsun hocam, içeriye bakmak istemiyorum, hep camdan dışarı bakayım” dediğim hiçbir cümlemi geri çevirmedi. Ameliyat tarihlerimi de yatak tercihimi de hep bana göre yaptı. Üzerimdeki emeğini ödeyemem. Bir gün muayene esnasında “Hocam kendinize benim için iyi bakın” demiştim de yanındaki öğrenciler gülmüştü. Ama başka nasıl anlatılır ki bir doktorun hastasına dokunuşu. Fakültedeki herkes kadar kaldığım yurttaki arkadaşlarım da oldukça iyiydi. Hepsini hep güzellikle anıyorum. 

Dersinize girsin, girmesin herkes sahiden o bölgenin ılıman etkisini solumuş ve sindirmişti içine. Sadece bir örnek vermem gerekirse 2000 yazında yine 17 Ağustos tarihinde telefonum çaldı. Arayan Selda Akçalı’ydı. Dedi ki; “Saadet merhaba ben Selda Akçalı, tanımayabilirsin, dersine girmiyorum ama sana sadece bugün senin yanında olduğumu söylemek istedim.” Ağladım evet, çünkü başka bir bölümün hocasıydı ve telefonumu bulup o gün aramıştı. Sevgili hocam iyi ki varsınız. Elbette çok kişi var ama bu yazı herkesi tek tek anacağım bir yazı değil. O nedenle adını geçmediklerimi kalbime koydum zaten.  Yandaki fotoğrafta Bozdağ’a tırmanmışız. Okul süresince genelde kısa saçlıydım. Tercihten ziyade ameliyatlarda kulak kenarları sıfıra vuruluyor. Ben de iki kulağımdan da ameliyat olacağım bir ameliyat öncesi Bornova’da bir kuaföre gittim. Dedim ki; “Bir kulağım ameliyatlı ve o taraftaki saçlarım kısa, diğeri de kesilecek, siz en iyisi saçlarımız tamamen sıfıra vurun, bakımı da kolay olsun.” Kuaför önce duraladı ve sonra saçlarımı sıfıra vururken ağladı. Sahiden bu sahneyi yaşadım. Şehre ilk gittiğimde “Birisine yol sorsan, vakti varsa seni oraya kadar götürür” demişlerdi de doğruymuş. İlk yıllarda dağcılık kulübüne yazıldım. Doğa o zaman da iyi gelirdi, hala da en iyi rehber olduğunu düşünürüm. 

Çok şey sığdı o dört yıla. Yazarken bile içim sızladı şimdi. Neler, neler. Niye bu yazıyı yazıyorum biliyor musunuz? Çünkü 30 Ekim 2020 depremi çok etkiledi beni. O kadar güzel şehir, o kadar güzel insan, o kadar büyük hoşgörü ve daha fazlası. Kaybedilenlerden çıkarılmayan derslerle İzmir de can kaybı yaşadı. Kırık dökük kaldı çoğu kişi. Keşkeler çok fazla, zaten kocaman bir deprem yaşanmışken bu kadar can kaybı varken üstüne yenileri eklenmesin diye atılmalıydı adımlar. Atılmadığı, bir yerlerde aksama olduğu için yine kayıplar yaşanıyor. Evet yaralar kabul bağlar ama ateş düştüğü yeri yakıyor sahiden. İlk günlerde yazamadım ama şimdi içimi dökmek istedim.  Yandaki fotoğraf 2000 yılına ait, muhtemelen şimdiki haline benzemiyordur. Para hırsı insanları yok etmeye devam ediyor. Zemine uygun olmayan yapılarda canlar kaybediliyor ve yeni dramlar yaşanıyor. Güzel, özel ve tarihi bir şehirdir İzmir. İnsanı güzeldir, hoşgörülüdür. Gecenin ilerleyen saatlerine rağmen dışarıda el ele tutuşan her yaştan insanı görebilirsiniz. En çok sevdiğim manzaralardan birisi buydu. Yaşını almış ve el ele yürüyen çiftler. Bir de turunçgilleri görmek pek mutlu etmişti beni. Sık sık portakal ve limon ağaçlarına bakardım. İzmirliler de mesela karı bilmezler. Bir sene kar yağdı diye dersleri astı herkes. Hocaların hepsi o miniminnacık karın keyfini sürmek için kendisini dışarı attı. Şaşkınlıkla izlemiştim o gün kopan şamatayı. Hayata neşe katan ve hayattan keyif almasını bilenlerin yeridir İzmir. En çok da insan kalanların yeridir. 

Mezun olurken de, o şehirden ayrılırken de hep bir hüzün eşlik etti bana. Uzun bir süre önce İzmir’in hava durumuna sonra yaşadığım şehrin hava durumuna baktığımı da belirteyim. 30 Ekim’de yaşananlar için üzgünüm. Tekrarı olmasın diye umuyorum ama sadece ummakla kalıyoruz maalesef. Mezuniyet töreninde Nilay hocadan almıştım belgemi. Bir yere ulaşması gerekmiyor yazının. Ben içimi dökmek istedim sadece. Bana yaşattığı her şey için ama her şey için İzmir’e çok teşekkür ederim. Büyüdüğüm, kendimi bulduğum, ağlayıp güldüğüm bir şehirdi. Okul kısmı sorun değil, hayat üniversitesi oldu benim için. Çok ama çok daha öncesinde babama da bir okul olmuştu zaten. Onun dileği gerçek oldu, benimse hep “iyi ki” dediğim bir yer oldu bu güzel kent. Siz bakmayın tüm kötüleme çabalarına, ben bizim yaşadığımız depremde de duydum o zırvaları, o zaman da şaşırdım insan kalamayanlara şimdi de. Kültürü, mirası, hoşgörüsü, havası, suyu, insanı ile sahiden bir başkasın sen ve bir öğrencinin yaşayabileceği en güzel yıllarsın… 

 

 

 

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.