Aytül Akal Oğlak Sohbetleri’nde !…
Saadet: Aytül hanım hoşgeldiniz oğlak sohbetlerine. Nedense duraladım bir an nereden başlayayım diye. Türkiye’de çocuk edebiyatında güzel bir döneme tanıklık ediyorsunuz. İlk başlardan bu yana yazmanın hep içinde oldunuz. Ne zaman başladınız ve nasıl karar verdiniz çocuk kitapları yazmaya?
Aytül: Duralamakta haklısınız, 65 yıllık yaşamımın hangi noktasından dalış yapacağınızı bilemediniz tabii… 🙂
Yazmaya nasıl ve ne zaman karar verdiğim konusunu ben de geçmişte epey düşündüm, belleğim beni üçüncü sınıftaki bir anıma kadar götürdü. Yıllar sonra fark ettim ki, öğretmenimle aramda geçen o olay, yazar olabileceğime inanmamın ve o günden sonra bu tutku ve heyecanla yaşamamın nedeniydi. O anıyı “Teşekkür Ederim Öğretmenim” başlığıyla öyküleştirip Babam Duymasın adlı kitabıma koydum. Kendi öğretmenim için gecikmiş de olsam, onun aracılığıyla, öğrencilerinin kişiliklerine saygı duyan, onların yeteneklerine değer verip destekleyen tüm öğretmenlere teşekkürüm olsun istedim. Evet, yazar olacağımı daha çocukken biliyordum, öylesine bir tutkuydu yüreğimde, hiç sönmeyen bir aşk gibi. 1974’ten itibaren Hayat Mecmuasında, Elele dergisinde, 1990’dan itibaren de Yeni Günaydın Gazetesi’nin eki Sobe’de, masallar, haberler, köşe yazıları yazdım, röportajlar yaptım. Ama yazmakla geçen bütün o yıllarda, yazacağım kitabımın arayışında oldum, bulamadım…
Saadet: İlk kitabınız nedir ve onu anımsadığınızda ne hissediyorsunuz?
Aytül: İki tane ilk kitabım var. Olur mu öyle şey demeyin!İlki, gençlik dönemimde yazdığım şiirlerimin toplandığı bir kitaptı: Kent Duygusu (1982). Diğer ilk ise 1989’dan itibaren çocuklara anlatmaya başladığım masallarımın toplandığı Geceyi Sevmeyen Çocuk idi (1991).Çocuklar için yazmaya başladıktan sonra edebiyat dünyasında olmam gereken yeri ve aradığım kitapları sonunda bulduğumu hissediyorum.
Saadet: Şu ana kadar kaç kitabınız yayınlandı?
Aytül: “Şu ana kadar” ifadesi önemli gerçekten, çünkü şu anda 159, ama yıl sonuna kadar hazırlanmakta olan beş kitap daha var. Yedi bile olabilir. Sürprizlerle doluyum 🙂
Saadet: Çocuklara yazarken size iyi gelen duygu nedir?
Aytül: Her kitapta yaşamın, doğanın ve insan olmanın tüm değerlerine gönderme yaparım. Konu, ister macera, ister fantastik olsun; tür, ister okul öncesi resimli kitap ya da roman olsun, her metne felsefe ve psikoloji boyutu katıp okunabilirliğini güçlendirmek için mizahla da harmanlarım. Çocukların, satır aralarına gizlediğim anlamları belleklerine kaydedecekleri konusunda umudum öyle yüksek ki, kendilerini keşfetme yolunda onlara ışık tutabildiğime inançla, her kitabımla müthiş bir sevinç ve heyecan duyuyorum.Yapabileceklerime karşı borçlu kalmamanın ve hayata olan sorumluluğumu yerine getirmiş olmanın verdiği bir rahatlık hissi biraz da.
Saadet: Şiir kitaplarınız da var. Biraz ondan bahseder misiniz?
Aytül: İlkokulda başlamıştım şiir yazmaya. Yeni Asır Gazetesi’nde “Mevsimler” adlı şiirim yayımlandığında 4. sınıftaydım, ne yazık ki gazete kesiğini saklamayı akıl etmemişim. Daha sonra 1967 yılına ait bir gazetede “10 Kasım” adlı şiirim yayımlandı. Birçok ergen gibi, coşkun duygularımı şiirlere aktarmak iyi geliyordu. Defterler dolusu yazıyordum. İşin ilginç yanı, evde ailem yazmama karşıydı. Annem şiir defterlerimi bulup evde bir yerlere gizliyordu. Aslında yırtıp atabilirdi de, kıyamadığından değil, beni daha çok utandıracağını düşünüp büyüdüğümde çocuklarıma göstereceğiyle tehdit etmek için saklıyordu. Neden utanacaktım bilmiyordum ama o zamanlar işler böyleydi sanırım.
Ben de gizli gizli yazıyordum. Gece herkes yattığında, pencerenin kenarına ilişip ayışığının aydınlattığı defterimin beyaz sayfalarına akıtıyordum sözcüklerimi. Işığı açsam, hemen fark edilirdi, çünkü annemle babamın odasıyla, üç kardeş bizim yattığımız odanın arasındaki kapıda buzlu cam vardı ve ışık açıldığında diğer odaya yansırdı. Babamın sesini hâlâ duyar gibiyim: “Kapatın artık ışığı! Gelmeyeyim oraya…” Bir yöntemim de, defterimi, kalemimi bel lastiğime sıkıştırıp bluzumla üzerini örterek banyoya girmekti. Böylece, evde yokluğum fark edilip “Çık artık, ne yapıyorsun orada?” azarını duyana kadar klozetin üzerine oturur, şiirlerimi yazardım. Şiirle ilişkim, böyle gizli saklı aşıklar gibiydi. 1974 sonrasında gazeteciliğe başlayıp 1989’dan sonra da masallar, öyküler yazmaya başladığımda, ilk aşkımı unutmuş gibiydim. Ara sıra çocuk dergileri için şiir yazdım ama o eski tutkunun alevlenmesi çocuk dergileriyle değil, 2002’de Mavisel Yener’le başlayan “şiirleşme” oyunuyla oldu.
Saadet: Hemen belirtmeliyim ki Mavisel Yener ile çok güzel bir uyum içindesiniz. İki şiir kitabınızı okuduk ve üzerine yazmıştım. Resimler ve şiirler çok uyumlu. Tek kalemden çıkmış gibi. Ne kadar zamandır tanışıyorsunuz Mavisel hanımla?
Aytül: Mavisel Yener ile 2002’ye kadar birkaç rastlantısal karşılaşma dışında bir dostluğumuz ya da tanışıklığımız yoktu. Zaten o İzmir’de oturuyor, ben İstanbul’da. O çocuklarına benim masallarımı okuyordu, ben de Cumhuriyet Kitap Eki tanıtımları için onun kitaplarını okuyordum. Kitap Eki’nde sürdürdüğüm yazar-çizer röportajları için Mavisel Yener’le de görüşmüştüm. Bir iki kez de fuarda, imza günlerinde karşılaşmıştık, hepsi bu. İkimizin üslubunun harmanlanarak tek kalem gibi yansıması, aslında ikimizin de yazma ustalığından sanırım. Yoksa o da kendi kitaplarında özgün bir kalem, ben de öyle. Ortak yazdığımız şiir, roman ve öykü kitapları artık 20’yi geçmiş de olsa, ortak çalışmalarımızın öncesinde ve sonrasında onun da birbirinden çok farklı konuda ve türlerde yazdığı onlarca kitabı var, benim de öyle.
Saadet: Sizi Mavisel hanımla ortak iş yaparken en çok motive eden şey nedir? Sizce bu ikilide ortak olan şey nedir?
Aytül: Ortak olan, birbirimize güvenimiz… Her ikimizin de adalet duygusu çok gelişmiş iki sanatçıyız. Aramızda ego çatışması olmadı bugüne kadar. Kim daha iyi bir fikir üretmişse, diğeri hemen kendi önerisini silip, daha güzel olanı uygulamayı yeğledi. Aramızda ısrar olursa, diğeri biraz daha dikkatli inceler konuyu, “Israr ediyorsa, haklı olduğu taraf vardır,” güveniyle. Şiir de silip attık, bölüm de… Yazdığımız cümlelerin at gözlüklü bekçisi olmadık hiç. Aksine, yeni yöntemler izlemeye, farkındalığımızı geliştirmeye hevesli olduk. Birbirimize yeni yollar açtık, yeni fikirler sunduk. Esin perisi iki şehir arasında gidip gelmekten yorulmadı hiç! 🙂
Saadet: Çocuk olmak sizce nasıl bir şey?
Aytül: Ah, ne güzel şey… Güzel ama, acı olan da, kimi çocuklara, çocukluklarını yaşamaya fırsat verilmemesi.
Çocukluk, koşulsuz sevgi, koşulsuz dürüstlük… Hayatın açıldığı vicdan yoran acımasız, karanlık ara yollarının farkında olmadan, yalnızca aydınlığını, renkliliğini, çikolata tadındaki sürprizlerini görmek… Minik bir oyuncakla, küçük bir çikolatayla, sevgi dolu bir sözcükle, dünyalara sahip olunduğunun sanıldığı, mutluluğa en yakın dönem, çocukluk…
Saadet: Büyük olarak veya büyük gözüyle çocuklara yazmak nasıl bir şey peki?
Aytül: Kim büyük? Ben mi? Ha ha ha…
Saadet: Kitaplarınızda ince vurgular var. Örneğin bir şiirinizde anne babasının elini tutan çocuktan bahsederken (Sokakta şiiri-Uçan Şiirler) aniden sokakta anne-babası olmayan çocuklara doğru kırıyorsunuz dümeni. Bu bence önemli ve güzel bir şey. Sizce çocuklara ne kadar ve nasıl vermek lazım hayatın gerçeklerini?
Aytül: Yıllar önceydi, yirmili yaşlardaydım ve yeni evlenmiştim. Eşimin bir iş arkadaşının evine gitmiştik. 4-5 yaşlarında bir kızları vardı. Benimle oynamak istedi, plastik bebeğini gösterdi. Hani şu kolu bacağı çıkıp takılanlardan… O sırada anne babası mutfakta, çay hazırlığındaydılar. Oyun olsun diye, gizlice bebeği tepetaklak kanepenin oturma yastıklarının arasına sıkıştırdım.. Zeynep, bebeğini bulup bacaklarından hızla dışarıya çektiğinde, kafası yastıkların arasında kalmıştı. Elindeki kafasız bebeği görünce dehşet içinde yere fırlattı, çığlık çığlığa salondan kaçtı. Bu sahneyi hiç unutmadım, hiç. Bebeğinin kolunun bacağının ya da kafasının çıkarılıp takıldığını biliyordu kuşkusuz. Ama beklemediği bir anda, beklemediği bir vahşetle karşılaşmış olması, onu dehşete düşürmüştü. Bu olay bana önemli bir ders verdi. Çocuklarımı büyütürken de, kitap yazarken de bu ders aklımdan çıkmadı. Çocuklara her şeyi anlatabilirsiniz, ancak kullandığınız sözcükler ve seçtiğiniz yöntem çok önemli. Ben de her şeyi anlatıyorum, nasıl anlatacağımı da biliyorum.
Saadet: Türkiye’de çocuk edebiyatında benim sadece bir okur olarak gözlediğim şey olumlu hareketlenmelerin olduğu. Yayınevleri bu alana önem veriyor artık. Ayrıca çizerin çalışmasının önemi de belirginleşiyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz geçen süreyi?
Aytül: 1990’da kapı kapı dolaşıp Geceyi Sevmeyen Çocuk’u yayımlayacak bir yayınevi arayışında, ne çok ağlamıştım… Yine de yazdıklarıma güvenle, umutsuzluğa kapılmadım hiç. O zamanlar çocuklar için yazılan bir metnin kabul görmesi zordu, çok zordu… Neredeyse sadece klasiklerin ve eğitimcilerin onayıyla eğitici metinlerin yayımlandığı bir dönemde Mavibulut’un kitabımı yayımlayacak cesareti göstermesi, Fatih Erdoğan’ın ileri görüşlülüğünden olsa gerek.Araştırırsanız, bugün çocuk kitapları yayımlayan birçok yayınevinin çocuk bölümlerinin 1995’ten, hatta 2000’den sonra kurulmuş olduğunu görebilirsiniz. O zamanlar üç-beş ressamla sınırlı olan çizer piyasası da gelişti, bugün artık yüzlerce çizer adı sayabiliyoruz. Geçmişte yazar ile çizer hiç tanışmaz, yazar metnini kimin nasıl resimlediğini ancak kitap basıldıktan sonra görebilirdi. Belki hâlâ bu kapalı sistemde çalışan yayıncılar vardır, ancak çoğunlukla yazar-çizer ilişkisinin kitaba daha büyük derinlik ve anlam kazandırabildiğini fark eden yayıncılar, hangi ressamla çalışmak istediği konusunda yazarla fikir alışverişinde bile olabiliyor. Baskı öncesinde hazırlanan PDF dosyayı ressama ve yazara yollayarak onaylarını alıyor. Çok değişti piyasa. Bir bakıma kolaylaştı diyebilirim. Yazarlar, çizerler yayıncılar çoğaldı, çocuk kitabı alanında yarışmalar açıldı… . Editörün, tasarımcının, düzeltmenin gerekliliğine farkındalık doğdu. Elinizde iyi bir metin, ya da özgün çizimleriniz varsa, sizinle işbirliği yapacak çok sayıda nitelikli yayınevi bulabilirsiniz artık karşınızda.
Saadet: Çocuklara hele de okul öncesi gruba şiir okumak oldukça keyifliymiş. Ben yeni yeni görüyorum bu güzelliği. Siz şiir yazarken neye dikkat ediyorsunuz? Temel kriterleriniz nelerdir?
Aytül: Çocuk olmak. Gerçekten de…Yazarken çocuk gibi hissediyorum, çocuk gibi düşünüyorum ve dilim de onların dili oluveriyor. Nasıl bir değişim-dönüşümse, formülünü bilmesem de, her kitapta başıma geliyor bu. Kitap hangi yaşa sesleniyorsa, hem yazar hem okur aynı yaşta, aynı kişi oluyorum.Bu dönüşümün iyi bir yanı da, daha henüz yazma aşamasındayken okur olarak yazılanları değerlendirip, kendimi kolayca eleştirebilmem.
Saadet: Çocuğunuz var mı bilmiyorum? Eğer varsa anne olmak sizin için ne demek?
Aytül: Var tabii… Çocuksuz bir hayat düşünemezdim. İki oğlum var. Artık iki de toruna sahibim…Anne olmanın mutluluğu kadar zorluğunu, yılgınlığını da iyi biliyorum. Bir yandan bir işte çalışıyorsanız, hele eşinizden yardım da alamıyorsanız… daha da zor. Bu bakımdan anne olanlara her zaman hoşgörüyle bakmışımdır.“Biz de kardeş büyüttük, yeğen büyüttük, komşuda küçük çocuk vardı kucağımdan inmezdi,” diyenler oluyor tabii, ancak hiçbir şey aynı değil. Yaşamadan anlaşılmıyor.Ben anne olmayı, hayatın iki ayrı bölümü olarak görüyorum. Anne olmadan önce, yangında ilk kurtarılacakların başında sen varsın, anne olduktan sonra önce çocuklar var. Bu kadar basit. Bu yüzdendir ki, uçaklarda “Önce kendi maskenizi, sonra çocuğunuzun maskesini takın,” diye uyarıyorlar.
Saadet: Yazma sürecinize anne olmak nasıl etki etti? Ya da olumlu/olumsuz etkisi oldu mu?
Aytül: Olmaz mı? Yolumu onlar aydınlattı diyebilirim. Çocuklar olmasa, ben hâlâ yazacağım kitabımı arıyor ve edebiyatın farklı sularında yüzüyor olabilirdim.Diş ağrılarını dişimde, yara berelerinin acısını kendi bedenimde hissetmek; üzüntülerinde, düşkırıklıklarında yüreğimin aynı ezici duygularla çırpınması, çocuklara olan empati duygumu acayip geliştirdi.Howard Gardner’ın, Çoklu Zekâ Teorisi, Kişiye Dönük Zekâ (Intrapersonal Intelligence) ve Kişilerarası Zekâ’yı (Interpersonal Intelligence) tanımlarken, kendini anlamanın, başkalarıyla ilişkide onları daha iyi anlamayı, ya da karşındakini iyi anlamanın, kendini daha iyi tanımayı sağladığından söz eder. Empati, bir insan için iki yönlü bir gelişim. Ben çocuklarım sayesinde, Kişiye Dönük Zekâdan, Kişilerarası Zekâya geçiş yaptım.
Önceleri, çocuklar için yazmaya başladığımı uzun süre anlayamadım. Yalnızca çocuklarıma masal anlatıyordum ve anlattıklarımı unutmamak için daktiloda temize çekiyordum (1989). İlk masalın yazılış anısını merak edenler olursa, web sitemde (aytulakal.com) “Küçük Kertenkele” diye arama yaparak kolayca bulup okuyabilirler.
Saadet: Zamane çocuklarını kendi çocukluğunuzdaki çocuklarla kıyaslayın desem ne söylersiniz?
Aytül: Coğrafik konum, ekonomik durum, kültürel bakış açısı ve inançlar, benim çocukluğumdaki çocukların kendi aralarındaki kıyaslamasında bile ortaya farklı sonuçlar çıkarabilecekken, o zamanki hangi çocukla, günümüzün hangi çocuğunu karşılaştıracağım konusunda güçlük çekeceğimi önceden söylemeliyim.
Günümüzde davet edildiğim farklı kentlerindeki birbirinden farklı okulları arasındaki kıyaslama bile zor, çünkü kıyaslanacak çocuklar, yukarıda belirttiğim ögeler açısından çok farklılıklar gösteriyor.Ancak, elbette ortak bir değişim olarak “teknolojik gelişimi” konu edebiliriz. Bizim zamanımızda, tuvalete girdiğimizde okuyacak kitabımız bile olmadığı için deterjan kutularının üzerindeki yazıları okur, fayansları sayıp birbiriyle çarparak alan hesaplar, bir duvardaki fayansları ötekinden çıkarıp kaç kaldı hesaplarıyla oyalanırken, şimdilerde tuvalete bile elde tabletle giriyor çocuklar. Bir bağlamda, yeni bir uzuv uzantısı gibi, tabletsiz, cep telefonsuz yapamaz oldular. Çocukların üzerine yıkmayalım, biz yetişkinler de öyle değil miyiz?Bununla beraber, kitaplar açısından diyebilirim ki, okumanın tadına varmış olanlar, hangi yaşta olursa olsun, bütün bu cazip uyaranlara karşın yine de kitaba zaman ayırabiliyor ve okuyor.
Saadet: Çocuklarla biraraya geliyorsunuz fuar vb.organizasyonlarla. Sizi en fazla etkileyen şey nedir bu buluşmalarda?
Aytül: Etkinliklerde kitap okuyan çocuklarla okumayanları kıyaslama imkanı doğuyor. Sordukları sorularla, kurdukları cümlelerle kendilerini ele veriyorlar.Bazı sığ sorular tüylerimi diken diken ediyor: Kaç çocuğunuz var?-Yazmak nasıl bir duygu?-Bu kitabı neden yazdınız (elinde kitap yok)?-Hangi takımı tutuyorsunuz?-Kaç yaşındasınız? (biyografimde yazıyor!)-Bu kitabı yazarken neler hissettiniz?-Bir kitabı ortalama kaç saatte yazıyorsunuz? (16 sayfadan 350 sayfaya kadar farklı türlerde 150 küsur kitap ortalaması sorduğunun farkında değil!)-En çok hangi kitabınızı seviyorsunuz? (şiirle roman ya da resimli kitap birbiriyle karşılaştırılabilirdi gibi!)Derinlikli bir soru geldiğinde çok mutlu oluyorum. “İşte, kitap okuyan çocuk!” diyorum içimden. Mutlanıyorum, kanatlanıyorum.
Öğretmenlerin katılımı, anne babaların ilgisi de çok sevindirici oluyor. Üniversitelerde öğretmen olacak gençlerle de buluşmaya gayret ediyorum.
Saadet: Bir çocuğun elinde kitabınızı gördüğünüzde ne hissediyorsunuz. En çok hangi duygu ağır basıyor?
Aytül: Çok ama çok seviniyorum. Sevincimin nedeni, doğru kitapla karşılaşmış olduğunu, bu nedenle okumayı seveceğini ve bundan böyle başka kitapların da peşinde olacağını biliyor olmam.
Saadet: Çocuklara yazarken sizi en çok besleyen şeyler neler?Aytül: Yaşamın içinde, yetişkin halimle deneyimlediklerim ile çocuk halimle hissettiklerim el ele verip bana yol gösteriyor. Çocuklarımı büyütürken onlarla kurduğum empati beni çok besledi. Şimdilerde torunlarımın beğeni ve ilgi alanlarını izliyorum.
Saadet: Gelecek planlarınızdan bahseder misiniz?
Aytül: Yazmak… Gerçekten bütün dileğim bu. Çocukluğumdan beri değişmeyen, tutkuyla izlediğim bir plan. Bunun dışında şunu yapacağım, bunu yapacağım gibi hiçbir planım yok, çünkü yapacaklarımla ilgili spontane davranan biriyim. Öyle ki, aklıma düşen bir roman konusunu ya da bir şiir dizesini not ederek bile düşüncelerimi kısıtlamak istemem. Bir şeyler birikmişse belleğimde, yazmaya oturduğumda zaten dökülmeye başlarlar satırlara. Yok eğer aklıma düşen fikirleri unutmuşsam, demek hatırlanmaya değmezdi, aksi halde asla unutmazdım diye düşünürüm.
Bir sunum yaparken de, kitap yazarken de planım yoktur. Söz beni nereye götürürse, kahramanlar beni nereye sürüklerlerse, onların peşinden giderim.
Saadet: Teşekkür ederim tekrar, son olarak oğlaklara (küçük ve tıpkı oğlaklar gibi zıplayan zamane çocukları) mesajınız nedir?
Aytül: Çalışmalarıyla, buluşlarıyla ülkemizi geliştirip dünyamıza katkıda bulunmak, ya da sıradanlık tembelliğinde tın tın yaşayıp göçüp gitmek… Bu seçim onların kendi ellerinde.Hayatın onların seçimleriyle şekillendiğinin farkında olup kendilerini tanımaya ve geliştirmeye küçük yaştan başlamalarını dilerim. Bu keşifte yollarına ışık tutacak en yakın dostlarının kitaplar olduğunu da sakın unutmasınlar.
Oğlak keçi yavrusu zeki,sevimli, çevik ve çok renkli; tam çocukların seveceği hayvancık. Ben de severim oğlaklı her şeyi…
🙂 ayrıca sürekli zıplayan ve yerinde duramayan zamane çocukları gibi