“Sınıfım mabedim… Bütün dertler, çirkinlikler kapının önünde kalıyor” diyen Çakıltaşı kitabının yazarı Sezin Mavioğlu “Oğlak sohbetleri”nde :)

Çoğu haftasonu kitabevlerine girip saatlerce çocuk kitabı okuyan bir öğretmen ve yazar olan Sezin Mavioğlu var sohbetimizde. Öğrencileri ve dersine girdiği sınıflar için de “Oldukları gibi olmaları, içten, hesapsız kitapsız olmaları bana ilaç gibi geliyor. Sınıfım mabedim… Bütün dertler, çirkinlikler kapının önünde kalıyor” diyor Mavioğlu. Aslında kalbi büyük ve ihtişamlı olandan değil de anıların biriktiği mekanlarda olan yazarı Çakıltaşı kitabı üzerinden tanımıştım kendisini. Sevgili Sevim Ak’ın ev kütüphanesinde. O günkü etkinlikten elimize bir de bu sohbet kaldı. Haydi buyrun siz de dahil olun isterseniz 🙂

Saadet: Sezin hanım öncelikle merhaba. Hoş geldiniz “oğlak sohbetleri”ne. Ben sizi sevgili SevimAk’ın ev kütüphanesindeki atölye çalışmanız esnasında tanıdım. Çakıltaşı(Dinozor Çocuk Yayınları) adındaki kitabınız üzerinden çocuklarımızla güzel bir etkinlik gerçekleştirdiniz. Ne anlatmak istiyorsunuz çocuklara?

Sezin: Mekanın ruhu vardır. Yaşadığımız evlerde, odalarda anılar biriktiririz. Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası adlı yapıtında “Doğduğumuz evin her kuytusu, bir düşleme kovuğudur.” der. Evlerimizin köşelerinde biriken anılarla beslenir içsel uçsuz bucaksızlığımız ve anılarla beslendikçe güçlenerek köklenir evlerimiz… “Çakıltaşı” öyküsünü yazarken bu düşünceler vardı aklımda ve bunları çocuklarla paylaşmak istedim. Ama onlar zaten biliyorlar bunu… Galiba ben daha çok da büyüklere anlattım bunları…

Saadet: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Öğretmensiniz aslında ve sonra rotayı çocuk edebiyatına da çeviriyorsunuz. Nasıl bir süreç izledi sizi?

Sezin: 2016 yılında Boğaziçi Üniversitesi, Açık Radyo ve Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaralarının yazışılışının 70. yılı anısına hazırladıkları proje kitapta “Bir Göl Kıyısı Hikayesi” başlıklı öyküm yer aldı. O öyküde çocukluk anılarımın saklı olduğu göl kıyısındaki bahçeyi anlattım. Çocukluğumun bahçesine geri dönünce de bir daha çıkmak istemedim… Özlemişim çok…
Saadet: Sizce çocuk edebiyatı nedir? Size çocuklarla iletişiminizde neye eşlik eder?
Sezin: Çocuk edebiyatı özgürce düşünebilmek, sınırsızca düş kurabilmek sanırım. Çocuklar için öykü yazmak, çocukların kapısına gidip bizi içeri kabul eder misiniz demek… Büyüklerin kurduğu oyunun kurallarını çok acımasız bulup çocukların oyun dünyasına dönmek istemek… Çocuklarla iletişim kurabiliyor muyum bilmiyorum. Umarım becerebiliyorumdur.
Saadet: Okulda bir projeniz var, daha doğrusu öğrencilerinizden gelen talebi somutlaştırmada yardımcı oldunuz. Görme engelliler için okuma salonu. Biraz bahseder misiniz neler yapıyor öğrencileriniz?
Sezin: Ah bu soruyu yanıtlarken sayfalarca yazabilirim, birinin beni durdurması lazım… Öğrencilerim neler yapıyor? Muhteşem işler yapıyorlar. 19 yıldır ENKA Okulları’nda öğretmenim ve her sene gençlerden yeni şeyler öğrenerek büyüyorum ben de… Onların heyecanı, yaşama sevinci, hayallerinin peşinden koşmaları bana örnek oluyor. Öğrencilerimiz, yaptıkları sosyal sorumluluk projeleriyle dünyayı nasıl daha güzel bir yer yapabiliriz diye uğraş veriyorlar. ENKA Sesli Kütüphanesi de okulumuzda yapılan sosyal sorumluluk projelerinden biriydi. İki sene önce “Sesimiz Kitap Olsun.” dediler ve Eyüp’te bulunan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sesli Kütüphanesi’ne bağlı olarak okulumuzda bir kabin kurdular. Ve şimdi ders aralarında fırsat buldukça ya da dersler bittikten sonra okulda kalarak ENKA Sesli Kütüphane’de görme engelli çocuklarımız için kitap okuyorlar, onlara ses ışık oluyorlar.
Saadet: Gelelim Çakıltaşı kitabına. Ben okurken keyif aldım. Anneanneler/babaanneler çok özeldir ve koşulsuz severler torunlarını. Hatta kendi çocuklarımın anneanne ve babaanne örneklerinden yola çıkacak olursam olabildiği kadar toleranslı ve bize olmadıkları kadar onlardan yanalar J Kendi annem özelinde söyleyecek olursam da bize kurduğu disiplin kelimesinden d harfi bile kalmadı. Sevgisi elbette her zaman bizimle ve hep olsun. Siz de Çakıltaşı kitabını anneanne ve torun ilişkisi üzerinden kuruyorsunuz. Sizde mi benim gibi düşünenlerdesiniz yoksa özel bir sebebi var mıydı kurguyu böyle oluşturmanızın?
Sezin: Evet, genelde bu sizin söylediğiniz gibi sanırım… Anneanneler, babaanneler “Disiplini siz verin, artık bizim sevme zamanımız…” diyorlar… Çakıltaşı öyküsünde Doğa’yla birlikte anneannesini de karakter olarak öyküye koymak istedim. Çünkü çocuklarımızın anneanne, babaanne evlerinin kokusuyla büyüyebilmelerini isterdim. Oysa İstanbul’da son yıllarda hızlanan kentsel dönüşüm adlı bulaşıcı hastalık, bu anneanne, babaanne kokulu evleri yok ediyor. Bir iki senedir yaşadığım semtte antikacı adıyla eşya satan dükkanlar çoğaldı. Bu dükkanların önünden geçerken üzülüyorum. Sokak üstüne, kaldırımlara taşmış eski eşyaları görünce içim acıyor. Yıkılan, yok edilen evlerin deşilen ruhu onlar… Kaldırımlara dökülmüş anılar…
Saadet: Çakıltaşı aslında kentsel dönüşümü anlatıyor hepimize. O eski toprağa ve canlıya, doğaya bağlı insan tipinden tüketim kültürü odaklı insan tipine doğru kayıyoruz ve çareyi yine çocuk yanımızda arıyoruz gibi geliyor bana. Çünkü o yandaki ses en doğrusunu söyleyecek gibi. Biraz kitabın yazım sürecinden bahseder misiniz? Sizi ne rahatsız etti de bu kitap ortaya çıktı?
Sezin: Bir akşam işten eve dönerken kafamı bir kaldırdım, sağımda solumda kepçeler, dozerler, kamyonlar… Korkunç bir gürültü… Ve ben kaldırımda yürümüyordum, baktım ki arabalarla birlikte caddenin üzerindeyim çünkü kaldırım diye bir şey kalmamış… Distopik bir öykünün içinde gibiydim. Bu yıkma yok etme hali beni çok üzdü.
Saadet: Çakıltaşı’nın çığlığına dünya medeniyetleri koşuyor. Bu kısmı çok hoştu kitabın. Evrende bir toz zerresi olduğumuzdan bir haber yaşarken, yıkım tehlikesi altındaki yapının imdadına farklı ülkelerden yardıma gelen tarihi eserler olması bana okur olarak iyi geldi. Siz ne düşünüyorsunuz kaybolan ve kaybolma riskiyle karşı karşıya olan tarihi önemi olan yapılarla ilgili?
Sezin: Nisan ayında Fransa’da Notre Dame Katedrali’nde yangın çıkınca birçok kişi üzüldü. Beni üzen haber ise, Ivry-Sur-Seine’de “Cité Gagarin” adlı sosyal konutların yıkılmasıydı. 1970’lerden beri orada yaşayan insanların bina yıkıldıktan sonra geriye kalan taş parçalarını anı olarak topladıklarını gördüm. Aslında binanın duvarlarına işlenmiş olan kendi yaşanmışlıklarını topluyorlardı. Bomboş duran katedralden çok yaşayan evler daha kıymetli diye düşünüyorum.
Saadet: Dünyada geçici olduğumuzu ve çocuklarımıza yaşadığımız yerleri miras bırakacağımızı, ya da daha doğrusu onlardan bu mirası ödünç aldığımızı unutuyoruz galiba. Ne dersiniz, nasıl etmeli de o miras olgusunu güçlendirmeli?
Sezin: Çocuklar değiştirecek dünyayı… Onlara kitap okumaya, masallar, öyküler anlatmaya devam edelim biz…
Saadet: Çocuklarda ve özelde öğrencilerinizde sizi en çok besleyen ve ruhunuza iyi gelen şey nedir?
Sezin: Oldukları gibi olmaları, içten, hesapsız kitapsız olmaları bana ilaç gibi geliyor. Sınıfım mabedim… Bütün dertler, çirkinlikler kapının önünde kalıyor.
Saadet: Edebiyatçılar dünyayı en güzel resmedebilen insanlar galiba. Üstüne bir de çocuk edebiyatı olunca bu resim daha da güzelleşiyor. Siz ne söylemek istersiniz çocuk edebiyatı üzerine? Türkiye’deki niceliksel büyümeyi de gözeterek yanıtlarsanız sevinirim.
Sezin: Yazılan çocuk kitaplarını hayranlıkla okuyorum. Çoğu hafta sonu girerim bir kitabevine… Çocuk kitaplarını alırım, saatlerce okurum.
Saadet: İstanbul çok ilginç bir şehir, hem güzel, hem zor. Galata Kulesi, Kız Kulesi ve daha pek çok yapı sizin kitabınıza da dahil oluyor mesela. Siz İstanbul’u nasıl deneyimliyorsunuz?
Sezin: Çocukluğum Sapanca Gölü kıyısında geçti, göl kızıyım ben… İstanbul Üniversitesi’nde okurken tanımaya başladık birbirimizi İstanbul’la… Büyüttü beni İstanbul… Çok şey öğretti.
Saadet: Sizce bir kent çocuklar açısından bakıldığında nasıl olmalı? Çocuk ve kent ilişkisi üzerinden neler söylemek istersiniz?
Sezin: Uygarlaşma, kentleşme ataerki olduğundan çocuklar, baskıcı ortamlarda büyümek zorunda kalıyor. John Zerzan, “Makinelerin Alacakaranlığı” adlı kitabındaki “Ataerki, Uygarlık ve Toplumsal Cinsiyetin Kökenleri” başlıklı yazısında doğanın ve kadınların tahakküm altına alındığını söyler ve edebiyat kuramcısı, eleştirmen Camille Paglia’nın aksi görüşüne yer verir. Yaptığı alıntıda Camille Paglia şöyle der: “Bir kamyonun taşıdığı devasa bir vinç gördüğümde, bir kilise alayı görmüşçesine huşu ve saygı içinde duraksarım. Şu düşünce gücüne bir bakın, şu görkeme; bu vinçler bizi, ilk kez anıtsal mimarinin tasarlanıp gerçekleştirildiği Mısır’a bağlıyor. Uygarlık kadınların ellerine bırakılmış olsaydı, hala sazdan kulübeler içinde yaşıyor olacaktık.” Yazının devamında John Zerzan, teknolojik uygarlığın metastazlaşan ölüm dürtüsü göz önünde tutulduğunda, keşke hala saz kulübelerde yaşıyor olsaydık, der. Ne güzel olurdu… Çocuklar, doğayla iç içe oldukça daha mutlular.
Saadet: Size, çocuklar için yazarken en fazla ilham veren şey nedir?
Sezin: Çocuklara öykü yazarken kendim eğleniyorum. Kaçıyorum ya büyüklerin oyunundan, çok iyi geliyor bana…
Saadet: Tıpkı oğlaklar gibi sürekli zıplayan ve yerinde duramayan zamane çocuklarına ne söylemek istersiniz?
Sezin: Hayal kursunlar, asla vazgeçmeden…
Saadet: Çok teşekkür ederim sohbetimize katıldığınız için.
Sezin: Asıl ben teşekkür ederim. Düşünmek, yazmak iyi geldi.
 

 

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.