Şefkat içimizde :)

Bugün ofis çalışanlarından bir arkadaşımızın (Ömer Şeker) bedelli askerlik için aramızdan ayrılışı için toplandık. Aslında her birimiz kendi işlerimizle, gündemlerimizle meşgulken bir diğerinin yaşadıklarından habersiz geçiriyoruz zamanı. Bu olumsuz anlamda değil, belki de hayatın getirdiği bir şeydir. Ömer konuşurken oldukça duyguluydu. Öyle ki, onu dinlerken açıkçası bizler de duygulandık. Genç yaşamına göre kocaman bir acıyı taşımış geride kalan yılda ve belli ki hala o yaradaki sızı duruyor. Geride kalan yılda hepimiz bir tarafıyla acı yaşadık aslında ama hepimiz kendi yaşadığımızı biliyoruz. Böyle toplanmalar, buluşmalar vesilesiyle de azıcık azıcık birbirimizi tanıyoruz. Satır aralarına sığanı hissediyoruz artık. Geçen seferki buluşmada mesela, Huzeyfe ve onun yaşam mücadelesini duymuştum ve sonrasında onunla söyleşi yapmıştık(Dinlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=shxuUy_fnYg). Çünkü bence oldukça bilge ve olgun bir tarafından kucaklamıştı yaşamı. Ömer’le de birebir sohbetim hiç olmadı ama halindeki duruluk ve şefkat hep gösterdi kendini. Bugün, şimdi bu yazıyı yazarken acaba yaşanmışlıklar mı insanı değiştirip olgunlaştırıyor yaştan bağımsız olarak diye düşünmüyor değilim. Sabah bizim kitap kulübündeki Özge ve Dilge’nin podcastini dinlerken (Özge Bahar Sunar ve Dilge Güney); bir yerde Dilge dedi ki; 6 yaşında anne veya babasını kaybetmiş birisi ile hiç böylesi bir acıdan geçmemiş bir yetişkin aynı mı düşünür ve hisseder? Bence çok yerinde bir soruydu. Kızlar çocuk edebiyatında “mutlu son” olmalı mı kısmını tartışmaya açmışlardı ama ben de Dilge’nin söylediğiyle dolanıyordum işte. Şimdi bugün yine Ömer’i görünce, onun halleri yeniden geçti gözümün önünden; saygısı, nazik ve olgun halinin ardında belki de geride kalan yılda kaybını yaşadığı ablası vardı en çok da. Göremediğimiz, bilmediğimiz bir yerden ve en acı haliyle yaşamın nasıl da kıymetli olduğunu deneyimlemişti. O nedenle saygısı, uzlaşmacı tavrı böyle ağırdı belki de. Öteki tüm olumsuzların nasıl da gelip geçici olduğunu ve aslında hayatta herhangi bir ederi olmadığını bildiğinden belki de. 

Bir diğer düşündüğüm de insanlar acılarından mı tanır birbirini acaba? Hani Dilge’nin dediği soru üzerinden; bazen hayatla sert bir şekilde karşılaşmamış kişilerin “bazen” beyhude telaşları bana da garip ve anlaşılmaz geliyor ya, acaba bizi birbirimize hiç konuşmadan tanıdık kılan şeyler işte o sert vuruşlar mı? Keşke olmasaydı onlar kesinlikle ama bir yandan da insanı normal büyüme, olgunlaşma sürecinden alıp km’lerce, yıllarca öteye atan bir tarafı var işte o vuruşların. Geliyorum bu kareye; Ediz bey birkaç kez (ısrar üzerine) dönüp vedalaştı Ömer’le. Bir defasında da bu kare çıktı. Ediz beyi henüz hikayesiyle bilmiyorum, belki henüz o kadar demlenmemişizdir ama Ömer’e uzanan şefkat eli, babacan kucaklama ve hepsinden öte ofis grubuna yazdığı “Duygulanmamak elde değil. Düzgünlere denk gel Ömer. Kötüsünden Allah korusun” sözleri yaş aldığımızın kanıtı değilse yaşanmışlıkların kanıtıdır. Sadece mesai arkadaşlığı bazında birinin diğerine dilediği kulağa, gönle hoş gelmiyor mu? Bu kare, bu cümleler üzerine düşünmeyi, konuşmayı, yazmayı hak etmiyor mu mesela? Ediz beyin dileği kabul olsun hem Ömer, hem de bir şekilde ayrılık acısı yaşayan herkes için. Son olarak, henüz hikayesini bilmediğimiz, acısından tanımadığımız bir ton kişi için önümüzde “Anneler Günü” var ya, işte onun için umarım herkes abartıdan, patırtıdan uzak, kendi hayatındakine kıymet vererek geçirir o günü. Çünkü annesini kaybedenler, çocuğunu kaybeden anneler ve evladı olmayan ama olmasını isteyenler var. Çok var kısacası; sadece bize düşen belki de Huzeyfe gibilerin, Ömer’lerin halini, duruşunu, sözlerindeki inceliği görmek, görebilmek…  

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.