Bir yudum nefes için …

Yeni Fikirtepe…

Bir süredir zorunlu olarak İstanbul’dayım. Dolayısıyla pek çok şeye ister istemez yaşayarak dahil oluyorum. Farklı yerlerde geçen bu sürede farklı mekanları deneyimleme şansım oldu. Gerçi İstanbul’un yabancısı değilim. Çocukluğumda 7 sene yatalak kalan dedem için annem her haftasonu üç çocukla gelip giderdi bu şehre. Gelmek ve gitmekle deneyimlemek farklı şeyler. Biz görev gibi gelip gittiğimiz için açıkçası farklı yerlerini pek göremiyorduk. Üzerine ekonomik durum eklenince trenden inip eve girip, o evin bahçesinde vakit geçirip yine trene binip kendi evimize gelirdik. Çok nadiren bir yerlere giderdik. O zamanlar Ziverbey’de oturan anneannem ve dedemler için güzargahımız hep Derince-Söğütlüçeşme tren istasyonu olurdu. Fikirtepe tarafında olan akrabalarımız için nadiren buralara gelirdik. Elbette o zamanlar yürüdüğümüz sokaklar ile şimdikilerin alakası bile yok. Bu yazı biraz da bir çeşit iç dökme yazısı. Zaman içinde İstanbul’a gelirken güzargahlarımız da değişti. Mesela Hasanpaşa eklendi epey bir süre. Sonra ben üniversite öğrencisi iken yaz aylarında İstanbul’a geldim staj için ve o zaman da Avrupa yakasına gider gelir oldum. Böylece gördüğüm yer sayısı arttı. Hatta Flash Tv Haber Merkezi’nde bir dönem stajyer muhabir olarak görev yapınca daha önce hiç görmediğim yerlere haber için gittim. Ayrıca Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’ndeki stajım nedeniyle de İstiklal Caddesi’nde yürüdüm 1 ay boyunca. Güzelliği üzerine çokça şey söylenebilir elbette ve zorluğu üzerine de. Sunduğu fırsatlar kadar insandan aldıkları da var.

Şimdi 42 yaşımla, bu sefer bir hastalık nedeniyle İstanbul’dayım. Ablam için önce Şişli Memorial’da kaldık bir ay boyunca, şimdi de yine Anadolu yakası. Bu süreçte yine daha önce görmediğim yerlerini gördüm, hastaneden çıkıp bir gazete almak için yürüdüğüm kısacık yollarda. Sonra ilk haftalarda hastaneden hiç uzaklaşmamak ve hemen odaya girebilmek için hastaneye en yakın olan yerlerdeki arkadaşlarımdan ikisine gidip geldim birkaç gece; o da sadece duş alıp, birkaç saat dinlenip geri dönmek için. Esenler ve Çeliktepe tarafları da böylece girdi hayatıma. Evlerini sonuna kadar açan arkadaşlarım ve onların içtenliği yanında hiçbir şey elbette önemli değil ama o iki evde de çocuk vardı ve onların büyüme süreçlerindeki mekanlar da kafama yazıldı. Adım atmayı bırakın, nefes alacak yerin kalmadığı bu sokaklarda nasıl büyüyorlar diye düşünüp durdum. Hiç abartmıyorum ama Kocaeli, İstanbul’un yanında tamamen köy gibi kaldı benim için. Zaten zar zor uyuduğum ve sık uyandığım o birkaç saatin sonunda sabah 5 olur olmaz kalkıp hazırlanıp trafiğe kalmadan hastaneye gitme telaşına düştüm. Bu şehirde araç kullananlara ayrı bir ehliyeti kesinlikle vermeleri gerekiyor, ben kendi açımdan birkaç aşama atladım sayıyorum. Yeğenlerim bana epey güldüler. Bu şehirde kurallara uyan bir iki kişiden biriymişim onlar için. Hatta otoparkta bile sinyal veriyorum diye epey dalga geçtiler. Sürücü olarak da ilk kez Avrupa yakasını deneyimlerken bir not daha düşeyim, o da neredeyse 10 araçtan istisnasız yedisinin şoförü telefonla meşgul oluyor araba sürerken. Benim için lunaparkın en tehlikeli parkurunda olmak gibi bu trafik ve bunca heyecanın fazla olduğunu düşünüyorum.

Ablamı eve getirdiğimiz günlerdeyiz. 10.katta yaşıyorlar ama alttaki dükkan ve diğer katları sayınca neredeyse 13.kat gibi düşünün. Sağım solum yüksek binalar olan bir yer burası. Evin hemen yanında minicik bir alan vardı ve yeğenlerim büyürken orası hep atıl kalmıştı. Şimdi o alanı çevirip park yapmışlar ve bir de basketbol oynamak için alan yapmışlar. Nasıl rağbet görüyor anlatamam, her metrekareye 3 kişi düşüyordur muhtemelen. Basketbol potasında da paten sürmek isteyen minikler, futbol ile basketbol oynamak isteyen farklı yaş grubu çocuklar aynı anda yer alıyor. Dolayısıyla zaten kimse istediği gibi oynayamıyor. Küçükler ezilmesin diye diğerleri dikkat ederken bir oyun tamamen asla oynanmıyor ve ebeveynler o alanın hemen dışında seyyar sandalyeleriyle nöbet tutuyorlar. Akşamları ablamın eşi eve gelince refakatçi olma nöbetini ona devredip, biraz aşağı inip yürüyelim diye çıkıyorum arada. Dün akşam annemle indik ama yürümeye yer yok.  Yürümeyi bırakın nefes alacak alan yok gibi geliyor bana. Arabaların altında kalmadan, ağaçları görerek yürümek hayal bu sokaklar için. Çocuklar yine oynayacak alan bulamıyor ve galiba ben burada çocuk büyütecek olsam kalbim yarı yaşına düşer. Sayamadığım kadar yüksek katlı binalar ve o binalarda yazın sıcağında kavrulan ve klima altında nefes alan insanlar ve çocuklar akşam olunca kendilerini dışarı atıyor. Trafiği göze alanlar muhtemelen daha iyi yerlere gidiyorlardır ama bizim gibi bir yürüyüp, nefes alıp dönelim diyenler ve bu şehirde sürekli yaşayanlar için beton yığınları arasında adım atma telaşı olarak kalıyor o niyet. Dün akşam annemle olan o yürüyüşte dedim ki; olası bir depremde 1 ay sonra bile ulaşılamayan bir ton sokak olur ve aylar sonra bile hayatta kalanlar yaşadıklarından haberdar edebilir. Karamsar olduğum için demiyorum bunu, aksine tüm sokakların “normal” denilen zamandaki halini gördüğüm için diyorum. Bugün de kızımla İzmit’e dönüyoruz diye otobüse bindik, elbette tekrar geleceğim İstanbul’a, sadece Şakir’i ve evdekileri göreceğim o kadar. Otobüsle geçerken de Fikirtepe yanından geçtik ve Söğütlüçeşme’ye geldik. Durup kızıma o hınca hınç dolu otobüste “Biz küçükken buralar gecekonduydu, akrabalarımız yaşardı buralarda. Sonra burası kentsel dönüşüme girince burdan evleri oldu ama aidatları bile ödemekte zorlanacakları için buraları kiraya verip veya satıp başka yerlere gittiler” dedim. Sonra da boş boş baktım sokaklara. Ama hiçbir yanı yok eskinin, elbette olmasın bazı açılardan, daha güzeli, daha iyisi olsun, daha yaşanabilir yerler olsun ama buralar öyle değil. Sevgili Bingöl Elmas’ın bu konuda bir belgeseli bile var, izlemeyenler için tavsiye ederim (Komşu Komşu). Metrekareye ne kadar daha fazla ev sığdırabiliriz telaşıyla yapılan ve yine çoooook yüksek katlı binaların ne anlamı var bilmiyorum. Sadece birileri daha fazla kazanmış oluyor kısa vade için ama uzun vadede hepimiz kaybediyoruz. Dün akşam annemle konuşurken, bugün kızımla konuşurken aynı cümleleri kurdum; çok zor değil oysa kat sayısını sınırlamak ve bina sayısı kadar mutlaka ama mutlaka yeşil alan, oyun ve parklar kurmak. Bunu yerel yönetimler tek değil, devlet politikası olarak tüm şehirler için düşünmek ve hayata geçirmek mesela. Hayal biliyorum ama “insanca” yaşamak bu kadar zor olmamalı diye düşünüyorum. Evet devasa bir kent, çok iyi yapılan şeyler var ama söylediğim şeyler yerel yönetimle tek başına olacak şeyler değil ve aslında onların kente kazandırdıkları da az değil ama bu kent yaşanabilir, çocuk büyütülebilir, yaşlı ve engelli dostu bir kent değil. “Normal” bir insanın bile kontrolsüzce çırpındığı bir kent. Evet; tarihi, coğrafi, kültürel açıdan tartışmasız önemli ve güzel ama… Aması var işte, gel de nefes al, gel de yaşa, gel de hareket et.

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.