Kamyon Kafe :)

Kitap elime ilk geldiğinde “Acaba bizi nerelere götürecek” diye düşünmüştüm ve yanılmamışım, her hikayede kendi çocukluğuma geri döndüm. Yaş mı alıyorum diye nedir bilmiyorum ama çocukluk hikayeleri şimdilerde ayrı tad verir oldu. Güzel ve iyi olan ne varsa sanki hep orada duruyor ve biz hatırladıkça mutlu oluyoruz gibi. Umarım bizim çocuklarımız da geriye döndüklerinde güzel şeyler görür ve o şekilde anarlar bizleri. Çiğdem Sezer tarafından kaleme alınan Kamyon Kafe, Günışığı Kitaplığı tarafından basılıyor.

Çiğdem Sezer kendi çocukluğunun izlerini kaleme alıyor ve bizleri de onun peşine düşürüyor yine. İyi de yapıyor. Bir çocuğun gözünden yetişkin dünyasına bakıyor aynı zamanda. Böylece bence her yaştan okura sesleniyor. En azından ben okurken hem kendi çocukluğumdan anılarımı tazeledim, hem de bir çocuğun gözünden büyükleri izledim kitap boyunca. Yine çocukların algılarının nasıl da bizlerden daha açık olduğunu gösteriyor elimdeki kitap. Nasıl mı? Örneğin siz onlardan ne saklarsanız saklayın, aslında onların çoğu zaman kelimelere ihtiyaç duymadan yaşananların farkında olduğu. Galiba çocuklar sahiden geleceğe attığımız tohumlar gibi. İçini nasıl doldurursak o şekilde can bulacak sanki gelecek. Yazar da kendi çocukluğunda kendisine iyi gelenlerden beslenmiş işte. İyilik, erdem, elindeki ile yetinme ve daha bir sürü kavram eşlik ediyor kitaba. Acı ve hüzün de var, ilk aşk ve acısı da. Yani öyle arındırılmış, pirüpak bir hayat değil kitaptaki çocuğun hayatı. Bu anlamda gerçekçi de aynı zamanda. Babası tarafından terk edilmiş ve annesini de çok erken yaşta kaybetmiş bir erkek çocuğu üzerinden başlıyor hikaye. Dedesi ve anneannesi ile büyüyen ve sokak, mahalle kültürünü yaşayan bir çocuk var karşımızda. Dedesiyle girdiği sohbetler ayrıca özel. Dedesinin elini tutarken hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini düşünüyor ve çocuk gözünden büyük olmanın ne demek olduğunu ve bazen büyüklerin nasıl da güven verdiklerini anımsatıyor bizlere. Kanaatkar kelimesinin ne anlama geldiği üzerine girdikleri sohbette okur olarak bizleri de besliyorlar. Zamanımıza uyuyor mu derseniz net olarak yanıt vermek çok zor ama yine de kanaatkar insanların hatrına dönüyor biraz da dünya. Sadece bu da değil, tüketim çılgınlığının baş döndürdüğü günümüzdeki insanlara çok önemli erdemlerle sesleniyor yazar her hikayede ve iyi de yapıyor. Biraz da iyiyi çağıralım bugüne de onun etkisine girsin dünya.

Anneannesinin, evine gelen herkesi doyurması bana hiç uzak değil. Neredeyse tüm çocukluğum boyunca anneannemlerde toplanırdık bayramlarda ve en sık söylediği cümle “Yemek getirin” olurdu. Öyle çayla misafir ağırlamak da neydi ayrıca. Getir götür işlerinde olduğum o dönemlerde yorulurdum ve anlamazdım bu hizmeti ama şimdilerde çok daha net anlıyor insan o dönem insanının davranışlarını. Bu kitaptaki anneanne de işte onlardan birisi. Açlıkla sıkıntıların oluşacağına inanıyor ve evinde her zaman fazla miktarda yemek pişiriyor. Sadece bu da değil, herkese kapısını sonuna kadar açıyor bu güzel kadın. Sadece kapısını değil gönlünü de insanlara sonuna kadar açıyor bu yaşlı çift.

Sıcak, içten, paylaşımcı ve güzel duygular eşlik ediyor bu çift ve etrafındaki insanlar arasında. Çiçeklerin bakımına önem veriyorlar, eskiye ve dostluğa. İnsanların duygularının parayla ölçülmediği zamanların güzel insanları konuk oluyor evlerimize bu kitapla. Köyden gelen ve okumak için desteğe ihtiyacı olan öğrenciden, Japon turistlere, yolunu kaybeden Ukraynalı kadından kimliğini gizleyerek yaşayan Maryam’a kadar çok sayıda insanın hayat hikayesine yer veriliyor roman boyunca. Böylece etrafımızdaki her insanın bir derya olduğunu da görüyoruz. Öyle ki bazen hayatımızın dersini sokağımızdaki delinin yaşamından ve bir davranışından alıyoruz. Mesele biraz da yakından bakabilmekte galiba ve Çiğdem Sezer sanki bunu anımsatma telaşında. Tüm hikayelerde insanlık adına iyi ve güzel olan kadar acı ve hüzün de var; yine de çocuk tarafından bakınca en çok annesinin yokluğunda yüreği üşüyen çocuk acıtıyor canımı.

Kitapta anlatılan her insan ve hikayesi ayrı ayrı güzel ve tanıdık. Örneğin tüm mahalleninin beraberce gittiği piknik benim çocukluğumda üç-dört aile birlikte gittiğimiz deniz gününü anımsatıyor bana. Aynı manzarayı farklı mekan ve insanlarla çekmiş sanki yazar. Galiba benzer deneyimlerden geçerken bazılarımız bunu kendi çocuklarına ve torunlarına aktarma konusunda daha ustalıklı. İşte Çiğdem Sezer de bence bunu yapıyor, hem de en güzel yollardan birisi olan edebiyatla. Dün mesela sevgili Ayşen Gruda’yı kaybettik. Ben 1981 doğumluyum ve çocukluğumdan güzel bir insanı kaybetmiş gibi hissettim. Sosyal medyadaki pek çok insanda da aynı duygunun ifadesini gördüm. Döneme ve kişilere göre değil de kendi edindiği insani erdemlere göre yaşayabilenlerin dönemiydi tam da Ayşen Gruda’nın filmlerindeki dönemler ve Çiğdem Sezer de başka bir yönüyle o insanları konu alıyor kitabına. Galiba hayatımızı edebiyat ve sinema anlamlı kılıyor ve azıcık da olsa onlar sayesinde nefes alıyoruz. Saygı ve tavsiye ile…   

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.