Gökçe’nin Yolu

Doğanın esas sahipleri buraya gelsin 🙂 İşte bu kitap tam da sizden yana. İnsanın doğaya ettiği eziyetin yanında, yine insandan çıkan bir çığlık aslında elimdeki. Evet onca hoyratlığa rağmen bize iç sesimizi dinlememizi salık veren bir ses var bu kitapta. Ahmet Büke kalemini iç sesinden alıyor belli ve bizleri de o sesi duymaya çağırıyor. Günışığı Kitaplığı tarafından basımı yapılan kitap bir çeşit hayatı anlama çabası aslında.

Bu satırları yazarken dışarıda yağmur yağmaya başladı ve pencereye vurup kendi şarkısını dinlememi istiyor. Arada ona dalıyor, sonra yine yazıya geliyorum. Bu roman bir çocuğun anne ve babası arasında yaşadığı sorunu hissedip, o sorunla uğraşırken kendisine sunulan bir aralıktan kaçması ve aslında büyüme sürecini anlatıyor. Gökçe, o zamana kadar varlığından habersiz olduğu annesinin Maya halasının yanına köye gitme daveti alıyor o yaz için. Bunu kabul ettiği andan itibaren de yabancısı olduğu hayatın büyüsünde büyüyor. Çocukların yetişkinler kadar kelime dağarcıkları olmasa bile hisleri alma konusunda yüksek hassasiyetleri vardır. Hatta bu nedenle çocukların ve hayvanların sezgilerine güvenin derler insan tanımada. Gökçe de böyle. Anne ve babası ona hiçbir şey anlatmasa da sorun olduğunu tüm çıplaklığıyla fark eden Gökçe için yaşayacağı yaz çok daha farklı düşünme şekilleri sunacak ona. Maya hala onun tüm yapabilirliklerini keşfetmesine sebep oluyor bir başka anlatımıyla. Köy yaşamı böyledir zaten. Çocuk nedir, neyi ne kadar yapabilir değil de; hayata her yaş ve durumda nasıl dahil olunabiliri gösterir aslında insana. Çok fazla çağrışım yaptı bana bu roman. En basitinden başlarsam kendi çocukluğumun yaz tatillerini köyde geçirmiş şanslı azınlık içinde olduğumu söylemem gerekiyor. Hayvanların nöbet sistemi ile (her gün köyden bir veya birkaç kişi, o köyün tüm hayvanlarını alıp otlatmaya götürür ve akşama getirirdi) otlatmaya götürüldüğü bir günde ben de hiç unutmuyorum çiçekli ve açık terliklerimle o günkü gruba dahil olmuştum. Terliklerimin köy yaşamına uygun olmadığını, süsün değil işlevselliğin önemli olduğunu o gün çok net anladım; çünkü terliğim dikenli ve taşlı yollarda aniden koptu ve ayağım çıplak kaldı. Üstüne o günkü gruptaki çocuklar sesimi duymadılar bile ve koşarak devam ettiler yollarına. Ben de onlara yetişmek için yalınayak peşlerinden koşup bir sürü dikenli yerden geçmiş ve eve ulaşmıştım nefes nefese. Böyle bir şeyi şehirde deneyimlemem mümkün değildi örneğin. Eve geldiğimde tek tek ayağımdaki dikenleri çıkarmıştık. Ayağımı temizleyip mikrop kapmasın diye de önlem almıştık. Ama öyle şehir yaşamındaki gibi koştur koştur hastane aramalar olmamıştı çünkü tam da elimdeki kitapta anlatılan gibi bir köy vardı karşımda. Yani günün belirli saatlerinde tek bir minibüs geçerdi kasabaya gitmek için ve evlerde telefon yoktu. Evlerde su da yoktu, taşıma suyu kullanılırdı. Köyde tam da Gökçe’nin Yolu kitabında olduğu gibi muhtarın olduğu evde telefon vardı ve o da çok uzaktı eve. Kısacası bu romanda anlatılan bana hiç yabancı değil. Yaşım 37 olmasına rağmen, her fırsatta köyün o halini yaşamış olmanın bir çocuğun hayatında nasıl önemli ve değerli olduğunu söyler dururum. Bir canlının doğumunu görmek kadar bir canlının ölümüne tanık olmak da doğanın kendi evrimini göstermesi açısından önemli. Ayrıca tüm besinlerin nasıl da el emeği, göz nuru ile hazırlandığı ve gün başlarken yapılacakların nasıl da net ve ortada olduğunun görülmesi de ayrıca önemli. Sıkılmak diye bir şey yoktu mesela köyde; aynen elimdeki kitapta olmadığı gibi. Televizyon da yoktu zaten ama aradığımızı da anımsamıyorum. Gökçe de bu yaz tatili için önce tabletini kullanamayacağını, telefonu olmayacağını duyunca şaşırıyor ama köye gidince bunları bir tek defa bile aramıyor; çünkü doğa zaten tüm alternatifleriyle karşımızda. Bu kitapta da aynısı oluyor. Gökçe daha köye indiği ilk andan itibaren kendi yapabilirliklerini görüyor aslında. Onu almaya gelen kimse yok mesela ortada. Kendisi Maya halanın evine kadar gitmek zorunda kalıyor. Maya hala romanın bir başka yerinde yine onu ormanda bırakıyor ve bir bebeğin doğumuna koşuyor ve Gökçe tek başına evin yolunu buluyor; üstelik bir sürü tehlikeyi geride bırakarak. Bu kitap en çok da şehir hayatında çocukların yapabilirliklerinden ne çok şeyi aldığımızı bir kez daha gösterdi bana. O kadar çok koruyup, sarmalıyoruz ki, aslında onların bir birey olarak hayatta kalmaları ve kendi sorunlarına çözüm üretmelerine engel oluyoruz. Bunu çok net gösteriyor kitap. Kendimize iyi geleni yaparken aslında çocuklarımızı nasıl körelttiğimizi de fark ediyoruz satırların arasında.

Maya hala tam bilge bir kadın. Doğanın sesine kulak veren ve ona uygun yaşayan bir kadın. Gökçe’nin de kendi iç sesini dinlemesini sağlıyor bu yaz tatili boyunca. Yine köyde Gökçe’nin önüne çıkan hemen herkes ve her olay onun için kocaman birer deneyim ve büyümesine destek olan parçalar oluyor. Ayhan bunlardan sadece bir tanesi. Ata binen, her yaz köye gelerek ninesine yardım eden, halı dokuyan bir çocuk Ayhan. Elbette Gökçe’nin ondan öğreneceği çok şey var. Hepimizin aslında köy çocuklarından öğreneceği nice şey gibi. Kollektif yaşamın çok güzel örneğidir aslında köy yaşamı. Dayanışma, çalışma, emek ve daha bir sürü güzel şey eşlik eder buna. Doğaya uyum içindesinizdir ve bu sizin iç huzurunuz için de çok güçlü ve gereklidir. Siz doğayı dinlerken aslında kendinizin farkına varırsınız. Lisans döneminde dağcılık klubüne katılmıştım ve bir yürüyüş esnasında hocamız “Lütfen doğanın sesini dinleyin, bu sizin sesinizden daha iyi gelecek hepimize” demişti. Sonra hepimiz konuşmayı bırakıp ayağımızın altındaki yaprakların, gökyüzündeki kuşların ve dağlardaki türlü hayvaların seslerine kulak kabartmıştık. Sahiden tam da çocukluğumdaki kadar büyüleyiciydi yine doğa. Bu kitapta da öyle oluyor. Gökçe ve Maya hala ormanda yol alırken doğanın sesine kulak veriyorlar. Yaşanan her olay ve geride bırakılan her tehlike hayatta varolmanın nasıl mümkün olacağını sunuyor okuyucuya. Gökçe çok şey öğreniyor bu yeni yaşamında. Toprağın, ağaçların, hayvanların dilinden anlamaya başlıyor her şeyden önce. Doğadaki her canlının birbiriyle nasıl da işbirliğinde ve uyum içinde olduğunu görüyor bir başka tarafından da. İster ekolojik sistem deyin, ister döngüsellik deyin, nasıl da aslında tek başımıza aciz ve doğayla iç içeyken huzurlu ve bütünlük içinde olduğumuzu gösteriyor anlatılanlar. Tüm bu olumlu anlatımların yanında avcı Temur özelinde insanın nasıl da acımasız olduğunu da görüyoruz. Sanki yazar gerçek hayatlarımıza dokunup uzaklaşıyor ara ara. Öylesine kapılıyorsunuz ki anlatılanlara, aniden heyecandan kalbinizin atış hızı artabiliyor veya aniden bir huzur kaplayabiliyor bedeninizi. Örneğin bir ceylan yavrusu kurtulup da ıslak burnu ile Gökçe’nin eline dokunduğunda o ıslaklığı duyumsarken buluyorsunuz kendinizi. En azından bir okur olarak bende öyle oldu. Yine Gökçe ve yavru ceylan ormanda yol alırken, aniden ortaya çıkan tehlikede paniklerken buldum kendimi. Kısacası hislerinizle birlikte dahil oluyorsunuz kitaba ve bu harika bir şey. Zaten bir kitabın gücü de sizin hayal dünyanızı harekete geçirmesi değil mi?

Gökçe bu güzel yaz tatili sonrasında çok daha büyümüş olarak evine dönüyor ve ayrılık kararını açıklarken bile bocalayan anne babasına çok güzel bir ders veriyor. Şu cümlelerle bitiriyor hüznü ve melankoliyi “Bence bunun sonunda ölüm yok. O kadar da üzülmeyelim. Bir yolunu buluruz.” Bence Gökçe geçirdiği yaz tatilinden duygusal olarak büyüyerek ve güçlenerek çıkıyor. Anne ve babası onun fiziksel olarak büyüdüğünü fark ediyor ilk aşamada ama aslında bu cümleler sonrasında onda aslında yaşama tutunma çabası, çözüm bulma yönünün geliştiğini görüyoruz. Kalemine sağlık Ahmet Büke. Yazdıkların beni kendi çocukluğuma ve yaz tatillerinde yaşadığım onca güzel anı ile köy yaşamına götürdü. Sesin ve iç huzurun bulaşsın kitabını okuyan tüm çocuklara. Bir de ve aslında en büyük dileğim doğaya saygı ve uyum içinde olacakları ve köy yaşamını deneyimleyecekleri imkanları olması…

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.