Ruhun Gıdası Müzik ve Kökler-Ali Rıza Gökcan

Hayatımızda kendi tarihimizin başrolündeyiz. İster farkında olalım, ister olmayalım. Çocukluk ise üzerimize bırakılan izleri ömür boyu süreceğimiz bir zaman dilimi. Boşuna değil yaş aldıkça geriye dönmeler. Çocukluğunda ruhuna iyi gelen şeylere en çok da özlem duyuyor insan. Bir şekilde yolunu oraya, o tada, yöreye ve iklime ulaştırmaya çabalıyor insan ansızın. Bir tını, bir ses, bir resim veya bazen de bir his bizi alıp götürüyor işte o ortak vatan olan çocukluğumuza. Ne mutlu, o zamanda bolca güzel anı biriktirenlere. Ne mutlu, çocukluğunda kendisini seven ve ilgi gösteren büyükleriyle çevrili olanlara. Ne mutlu, bir köy ortamını ve güzelliklerini deneyimleyebilenlere. Yine ne mutlu, birbirinin sevinçlerinden beslenen ve üzüntülerinden üzülen insanlarla çevrili olanlara. Bu yazı biraz da geçirdiğimiz iki günde güzel olan ne varsa, onlara, işte tam da bahsini geçtiğim o güzel insanları dahil etme telaşıyla yazılıyor.

Üç kardeş ve annemizle biz de kendi çocukluğumuzun izini takip edip, köyümüze bir kaçamak yaptık. Ruhumuza iyi gelmesini istedik en çok da bu kısa kaçamağın ve öyle de oldu. Eskiden çokça şey değişmiş olsa da, seneler sonra aynı sohbeti kuracağımız insanları bulmak ve çocukluğumuzun izlerinde gezmek güzeldi. Üstelik elimizde ikide bir kesilen internet sayesinde kısıtlı da olsa çevremizdekileri de bu güzelliğe dahil etme telaşında olduk. Başka şehirlerde ve ülkelerde olanların da mutlu olacağı anlar yakaladıkça paylaşmak istedik. Boş evlerin önlerinde durduk ve eski sohbetleri anımsadık, kaybettiklerimizi andık bolca ve elimizdekilere daha fazla kıymet vermemiz gereğini anımsadık bir kez daha. Hayat denilen kısa filmde belki de ruhumuzu iyileştirmek için en hızlı ve güzel kararlardan bir tanesiydi bu iki gün. İşte bu kısa gezide Ali Rıza Gökcan’la da tanıştık. Bingöl’ün Yayladere ilçesinde bulduğumuz Gökcan’ın da bir iç sızısından hareket ettiğini belirtmem gerekiyor. İstanbul’da senelerce çalışmış Ali Rıza Gökcan, içindeki sesin peşinden gidenlerden. Köydeki evine geri dönüyor ve en az 100 yıllık evin alt katını kendisi için atölyeye çeviriyor Gökcan. Çeşitli müzik aletleri yapmak için kilometrelerce yol giden Gökcan bundan hiç rahatsızlık duymuyor.

  

Zamanımız kısıtlı olduğu için en az 50 sefer “Çay içelim lütfen, biraz bekleyin” demesine rağmen sadece sohbetini istedik kendisinden. O da “Galiba hastalık bu. Geçmesini de istemiyorum. Çok çalıştım İstanbul’da. Kalıpçıyım ve enjeksiyon kalıpları çıkardım senelerce. Emekli olunca da buraya dönmek istedim. Elbette bir ayağım İstanbul’da, ama fırsat buldukça buraya geliyorum. Mesela bu sefer bir haftalığına geldim. Müzik aletleri yapmak için evin alt katını atölyeye çevirdim. İçindeki tüm aletleri kendim yaptım. Bu aletlerle de mey, zurna, kabak kemane gibi şeyler yapıyorum.” dedi. Sonra yine çay ikram etmek için harekete geçti ama ablam, Servet ve ben yine engelledik kendisini. Merakla atölyesini incelemeye ve durmadan sorular sormaya devam ettik. Benim aslında merak ettiğim şey somut olarak yaptığı iş değildi. Ali Rıza Gökcan’ın hayatla kurduğu bağ ilgimi çekti en çok da. Mesela neden İstanbul’daki evini atölyeye çevirmedi veya o bölgede böyle bir ortam oluşturmadı da bunun için Yayladere’ye gelip gitmeyi tercih etti. Sordum elbette bunu da. Yanıtı çok açık ve netti: “Buralarda bağım olsun istiyorum, bağlanmak istiyorum buraya. Sadece bu evde yapıyorum müzik aletlerini. Müziği çok seviyorum ve temelde kendime iyi geliyor bu. İstanbul’da bunu yapmayı hiç düşünmedim. Burası doğduğum yer. Her şeyiyle bana çok güzel geliyor.” Bu kısım benden de “Siz burada aşka geliyorsunuz, şimdi anladım” cümlesini getiriyor. Başka türlüsünü de düşünemiyorum zaten. Rahatlıkla sokaklarında kaybolabileceğiniz, fazlasıyla insan ve gürültü içinde müziğin aşkın seline kapılamazdı belli ki Ali Rıza Gökcan. Kendini tamamen yaptığın işe vermek, galiba bazıları için biraz da mekanla ilgili bir şey. İstediği, içinden geldiği için yaptığı işten keyif alıyor Ali Rıza Gökcan. Kendisine yaşamdan böylesi bir pay çıkarmış ve bu payı da keyfe dönüştürmüş. Tam da bu nedenle saygı duyuyorum bazı insanlara. Hayatla kurdukları diyalog üzerinden. Direk sizinle diyalog kurması gerekmiyor, hayata bakış tarzı, hayattan beklentileri ve hayatına verdiği anlam üzerinden saygı oluşturuyor bazı insanlar ve Ali Rıza Gökcan da onlardan bir tanesi.

 

Müziğe olan ilgisi doğup büyüdüğü topraklardan beslenen Gökcan’ın iki çocuğu var ve onlar da erbane çalıyorlarmış. Ali Rıza Gökcan yaptığı müzik aletlerinin akord konusunda da iyi olması için çabalamış ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden aldığı nota ve perde aralıklarına göre kalıp aralıklarını ayarladığını ifade ediyor. Yani sadece amatör olarak değil, aynı zamanda profesyonel olarak da işini iyi yapmaya çalışanlardan. Yapacağı müzik aletine uygun olan ağacı seçip ona göre çalışmaya başlayan Gökcan molalarında bahçesinde oturup köyde ağır akan hayata ve gökyüzüne bakıyor isteğince. Özgür kılıyor bu mekan onu. Tanıdık sesler, eskiden izler ve en çok da geçmişten ezgiler çağırıyor aslında onu. O ezgilerin peşinden gidiyor zaten ve tam da bu nedenle galiba, bam telimizden yakalıyor bizleri.

   

Köye yolu düşenler bilirler yöre insanının özelliklerini. Herkes elinde avucunda ne varsa ikram etmeye çalışır. Kimi taze çökeliğini paylaşır, kimi bir kap dolusu ayranını, kimisi de yumurta ile gelir yanınıza. Kurulan sohbet ve yakılan sobalar bireyselleşmenin erişimine kapalı alanlardır. Ali Rıza Gökcan da kendisinden ayrıldığımızın ertesi günü bir mesaj gönderdi ve dedi ki “Saadet bu meyi ben sana yaptım, Yayladere’ye yolun düşerse ara beni.” 

Her ne kadar müzikle uğraşan insanların bol olduğu bir aileden gelsem de itiraf ediyorum; ailenin bu konudaki çirkin ördek yavrusu olarak hiçbir müzik aletini çalamam. Evimize bağlama, gitar, org, ney, yan flüt ve bir sürü müzik aleti girdi ve aktif kullananları oldu ama ben sadece bir izleyici olarak yer aldım hayatın bu alanında. Şimdi de öyleyim ama Ali Rıza Gökcan’ın bu mesajı bende bayram havası estirdi. Çok mutlu oldum bu güzel mesaja. El emeği, göz nuru, Yayladere’nin ezgileri, toprağı, kokusu ve alınteri sinmişti Gökcan’ın bu güzel hediyesine. Evimde mutlaka saklamak için ertesi gün dönüş yolunda uğradık kendisine ve hediyesini aldık. Çok klasik gelecek ama yine de söylemek istiyorum; “insanoğlu sahiden kuş misali.” Daha dün yaşadığımız bu güzel zamanlar şimdi bu yazı ile kayıt altına alınıyor. Alınsın da, benzer duygular belki Sılbus Dağı’nın eteklerindeki Yayladere’ye yolu düşeceklere rehber olur, ruhunu dinlendirir ve iyileştirir. Kim bilir belki de, müziğin evrensel değeri hepimizi kucaklar ve daha da güzelleşir hayatlarımız.

Bana hediye edilen “mey”

Yayladere’yi izlerken

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.