Avustralya’ya gidemedik ama Anıl Tortop’u aldık “oğlak sohbetleri”ne :)
Elimde olsa sohbete davet ettiğim herkesi dinlemek, dinlerken aklıma o an gelen tüm soruları sormak ve sohbete eşlik eden tüm beden dilini izlemek, ses tonunu takip etmek isterdim. Bu her zaman mümkün olamıyor ama yine de Avustralya’ya gidemedik diye Anıl Tortop’u dinlemeyecek miyiz 🙂 Hem elinde sihirli değnek olsa çocukların savaş görmemeleri için kullanacağını söyleyen bir çizeri!… Haydi buyrun o zaman renklerin ve çocukların dünyasındaki Anıl’la yaptığımız sohbete…
Saadet: Anıl hanım merhaba. Öncelikle “oğlak sohbetleri”ne hoş geldiniz. Söylemeden başlayamam, kanguruları çok severim ve siz de onların cennetindesiniz 🙂 Nasıl bir ülke Avustralya ve sizi orda yaşamaya iten sebepler nelerdi?
Anıl: Merhaba, hoş bulduk! Buraya gelmeden önce her tarafta kangurular ve koalalar göreceğimi hayal ederdim ama gelince gördüm ki hiç de öyle değilmiş. Onları görmek için ya şehirden uzaklara ya da hayvan parklarına gitmek gerekiyor. Günlük hayatta karşılaştığımız hayvanlar hayal ettiklerimizden çok farklı; örümcek, çeşitli gürültücü kuşlar, kertenkele türleri, hatta yılan görmek bile daha olası.
Avustralya çok yeşil, huzurlu, sakin ve medeni bir ülke. Bizi buraya çeken değil de, Türkiye’den iten nedenlerin listesi uzun. Ama harekete geçiren son nokta internet yasaklarının bizi iyice daraltması ve yaşadığımız yerin gün geçtikçe daha keyifsiz bir ülke haline dönüşüyor olmasıydı. 2011 başından beri Avustralya’dayız.
Saadet: Türkiye’de çocukluğunuzu geçirdiniz. Avustralya’da da çocuklar üzerine işlerin içindesiniz. İki farklı kültür ve coğrafya. Karşılaştırma yaparsanız neler söylersiniz iki ülkenin çocuk yetiştirme şekilleri ile ilgili? Elbette bu alanda uzman değilsiniz ama sadece gözlemlerinizi merak ediyorum.
Anıl: Özellikle ilk zamanlar, gördüğüm bütün çocukları düşüp kafa-göz kırmaktan kurtarmak için atıyordum kendimi onlara doğru. Sanki ebeveynleri yokmuş da tek kahraman benmişim gibi! Sonra farkettim ki ben çok pimpirikliyim. Çocuklar da ebeveynler de gayet ne yaptıklarının farkında. Artık dört yaşında kaykay pistinde taklalar atan çocuklar görünce garipsemiyorum. Ama garipsediğim şeyler de var tabii. Örneğin dedeler-nineler torunlarına bakmak için can atmıyor! Hatta torununa bakmak için ücret alanlar olduğunu da duydum. Artık ekonomik sebeplerle durumun değişmeye başladığını söylüyorlar, ama on sekiz yaşına gelen çocukların evden ayrılıp çalışması ve kendine yetecek bir yaşam kurması da çok yaygın.
Saadet: Sizce çocukların ortak tek dili var mı? Çocuk olma ortak paydasında sizin yaptığınız işte söze ihtiyacınız yok. Görsel olarak konuşuyorsunuz. Yine de simgeler ve çağrışımları değişiklik gösterebilir ama şunu sormak istiyorum; çizerken zorlandığınız veya dikkat ettiğiniz noktalar oldu mu ülke değiştirirken? Yoksa çocuklara çizmek tek bir şey midir? Hangi ülke ve dilde olursanız olun, yapacağınız şey aynı mıdır?
Anıl: Çeviri kitaplarda genellikle metni çevirir, eğer yanlış anlaşılması olası bir durum yoksa resimleri aynen korurlar. Buna “Evet, çocukların ortak dili var” diyebilir miyiz, bilmiyorum. Resimleri okumak için dil bilmeye gerek yok diyebiliriz belki. Çizerken zorlandığım değil ama alışkanlıklarımı değiştirdiğim noktalar oldu: Avustralya’da her renkten, dilden, dinden insana rastlamak mümkün. Kitaplardaki karakterlerde de bunu göstermek konusunda hassaslar. Oysa Türkiye’deyken sabit bir “ten rengi” kullanırdım karakterleri renklendirirken, çeşitliliğin algısı farklıydı. Peki şimdi aynı metni Türkiye’de resimlerken yine tek renk mi kullanırım? Hayır. Bu da geç farkettiğim güzelliklerden biri.
Saadet: Time-lapse denilen, çizimleri hızla izlemek anlamına gelen bir kavram var. Siz bunu videolarla internete yerleştirmişsiniz. Açıkçası izlerken yoruldum. Bildiğiniz iğne oyası gibi bir iş bu. Nasıl büyük bir sabır ve emek var işin içinde öyle. Karakteriniz de buna uygun olmalı ki çizebilesiniz değil mi? Sizce nasıl bir şey çizmek? Siz nasıl tarif ediyorsunuz işinizi?
Anıl: Çizmek genellikle, hele ki proje keyifliyse, keyif veren bir şey. Hatta dışarıdan bakılınca “Aaaa! Ne eğlenceli!” Ama bazen fiziksel olarak acıtan, bazen de sinirleri yıpratan bir şey. İşimin sadece bir bölümü çizmek. Sahne arkasında müşterilerle ilişki kurmak, pazarlık yapmak, iş peşinde koşmak, işsiz kalıp bunalmak, çok iş alıp yetişememek gibi aslında o kadar da keyifli olmayan yanları var. Ama ne zaman zorlansam kendimi başka bir iş yaparken hayal ediyorum, sonra şımarıklık ettiğimi düşünüp işimin değerini anlıyorum ve devam ediyorum.
Saadet: İtiraf ediyorum resim kabiliyetim hiç yok, üstüne Cin Ali’den öteye gidemeyen çizimlerimde en korktuğum ders resimdi. Bu dersin ödevlerinde erkek kardeşime yalvarır ve yerime çizmesini isterdim. Dolayısıyla çizim yapabilenlere hayranlık duyuyorum. Sanat giriyor işinizin içine. Gözlem yeteneği giriyor. Her şeyden öte sabır gerektiriyor. İzliyor, gözlüyor, duyuyor, hissediyor ve çiziyorsunuz. Galiba bu da okuyucuya ve izleyiciye ulaşıyor ki çizimleriniz beğeniliyor. Yeni başlayanlara en çok ne yapmalarını önerirsiniz mesela?
Anıl: Resim yapmaktan keyif almak için kabiliyetli olmanıza gerek yok. Bunu kimileri için işkence haline getiren şey “resim dersi” konsepti ve resimlerin “güzel” olmak zorunda olduğu algısı. Kardeşinizin öğretmeni daha iyiymiş belki de. 🙂 Ama tabii kendinize çizer diyebilmek için keyif almak yeterli olmayabilir. Başkalarının beğenip alacağı resimler üretmek gerekir ki bu bir “iş” olsun. Yeni başlayanlara genel bir öneride bulanamam. Herkesin yolu ve yöntemi farklıdır. Başlamaya nasıl karar verdilerse o noktadan yola çıksınlar, iki adım ileri – üç adım geri giderek keşfetsinler.
Saadet: Resimli kitaplar bence çok daha özel ve güzel bir alan. Çocuğun okuma yazma bilmediği bir döneme hitap ediyor oradaki resimler. Anne-baba veya okur her kimse, okuyor ve sonra çocuk resimlerle başbaşa kalıyor. Kendi küçük cadımdan biliyorum; bir kitabı eline alıp resimlerinden hikaye oluşturuyor. Dolayısıyla tüm resimler bir şey anlatıyor ve resimli kitaplarda çizim, sözün yerine geçiyorlar. Bu, aynı zamanda çok büyük bir sorumluluk da getiriyor bence alandaki herkese. Geçen gün internetteki “Çocuk Kitabı Çizerleri” grubunda da benzer konuşmalar geçti. Olayın mutfağından seslendiniz sanki hepiniz. Sizce nedir resimli kitap? Çizerin tam olarak sözün yerine geçtiği ve yazarla beraber yol aldığı kavramı tam da Tülin Kozikoğlu’nun söylediği anlamıyla bence de oldukça önemli ve kıymetli bir çaba. Okul öncesi grup için zaten, duyduğu kadar ve bazen daha fazlası gördüğü ile anlam kazanıyor. Siz hem yaşadığınız ülkeden, hem de Türkiye’den deneyimlerinizle ne söylemek istersiniz?
Anıl: Resimli kitap deyince burada aklımıza gelen kitap türü, içinde resimler de olan metin ağırlıklı kitaplar değil de, her sayfasında resim olan, resimlerin öyküyü ve belki daha fazlasını anlattığı kitaplar. Ama çocuğun okuma yazma bilmediği döneme hitap etmesi şart değil, kendi de okuyabilir. 200 sayfalık roman okuma yaşına gelmiş bile olsa ona hitap edebilecek resimli kitaplar var. Bir de sessiz kitap da denilen, hiç metin içermeyen, tamamen resimlerden oluşan kitaplar var. Fikir küçük yaş grubu gibi içinmiş gibi bir algı yaratsa da aslında hiç değil, yetişkinler de keyif alabilir.
Çocuk kitaplarının sadece çocuklar için olmadığı gibi, resimli kitaplar da sadece okulöncesi çocuklar için değil diyebilirim. Okuma yazma bilmeyen çocukların resimli kitaplarla olan ilişkisi biraz özel bir durum ama. Çünkü kitapla ilişkiyi, bir yetişkin üzerinden kuruyor. Ya da yetişkinle ilişkiyi, bir kitap üzerinden kuruyor. Bu ilişkiyi bu nedenle önemli buluyorum.
Saadet: Anıl hanım biraz çocukluğunuzdan bahseder misiniz? Nasıl bir ailedeydiniz mesela. Çizime olan merakınızı besleyen kişiler oldu mu çocukluğunuzda? Bu yaşınızdan çocukluğunuza baktığınızda neler karşılıyor sizi? Size çocukken en iyi gelen şeydi desem ne söylersiniz?
Anıl: Ailesinin sevgi ve desteğini esirgemediği mutlu bir çocuktum. Çok usluymuşum. Ama hafızam hep zayıftı maalesef. Ne gittiğim yerleri, ne de yaşadıklarımı çok iyi hatırlamıyorum. Çocukken bana en iyi gelen şeyi de hatırlamıyorum. Çikolata belki. Hatta ne zaman çocukluğum uzakta kaldı, onun da farkında değilim. Çikolata hala çok iyi geliyor.
Saadet: Anadolu Üniversitesi’nde eğitim almışsınız. Buna gelmeden önce bu alanda eğitim almaya lisede başlıyorsunuz değil mi? Nasıl karar verdiniz güzel sanatlar eğitimi almaya?
Anıl: Mimar olan babamın etkisi büyüktür. Hep anlatır; bir gün bahçede yerlere karo döşüyormuş, ben de ufacık tefecik hatalarını görüp düzeltmişim. Benim görsel konulara yatkın olabileceğimi o zaman fark etmiş. Yıllar sonra, hem ailemin hem de orta okul resim öğretmenimin yönlendirmesiyle güzel sanatlar lisesinde resim eğitimi aldım. Sonra da üniversitede animasyon. Yani öyle “Herkes çok karşı çıktı ama yine de hayellerimin peşinde koştum.” diyebileceğim dramatik bir hayat öyküm yok. Şanslıydım. Yüzüme acıyarak bakıp “E sen de akıllı kızdın, kazanamadın mı düzgün bi bölüm?” diyen akrabalarımla içten içe dalga geçtim elbette ama bazen düşünüyorum acaba haklılar mıydı diye.
Saadet: Bugün (12 Ekim 2017) bir video izledim ve bunu sizinle de paylaştım. Hem kas hastalığı olan, hem de sağır olan Dion Beasley ve yazar Johanna Bell’in kitap oluşturma süreçleri anlatılıyordu. Oldukça etkileyiciydi. Çocukların engelleri yok galiba, ne dersiniz? Duyguyu çok net alıyorlar ve onların dünyası sanki bu dünyanın cenneti gibi. Siz de o cennette kalıcı olanlardansınız. En azından ben böyle görüyorum. Siz bir kitabın metnini aldığınızda nasıl başlıyorsunuz çizmeye? Teknik kısmından bahsetmiyorum; hangi duygular eşlik ediyor size mesela? En çok hangi yanınız ağır basıyor bir karakter oluştururken örneğin?
Anıl: Bu soruların genel geçer bir yanıtı yok. Karakter oluşturma süreci dahil, çizerken o metinde verilen duygular eşlik ediyor bana. “Duyguyu net almak” konusunda ne kadar başarılıyım bilemem tabii. Şimdi biraz da kafam karıştı açıkçası. Bunun engellerle, yetişkin ya da çocuk olmakla bağlantısını kuramadım. Sanırım o videodaki engelle, bahsettiğiniz algı konusundaki engel de aynı kefede tartılamayacak kavramlar. Belki de engellerin üzerinde bu kadar kafa yormazsak zaten başetmek daha kolay olacak. “Engel mi? Hangi engel?”
Saadet: Anıl hanım size çok tuhaf gelebilir ama yine de hem yazacağım, hem de soracağım. Biz küçük cadımla oyun hamuruyla oynamayı seviyoruz. Ben mesela bir hayvan şekli yapmak istediğimde sanki yüzünü oluşturunca bir ifade yerleşiyor ve ben ondan sonrasına müdahale edemiyorum. Tıpkı Buz Devri’ndeki Sid’in dinozor yavruları için söylediği gibi “Onlar benim yavlularım” diyesim geliyor. Bakın şuraya bir örnek bırakıyorum.
Sonra da onu bozmaya kıyamıyorum. Mesela bu bir kelebek olma niyetiyle yapıldı ama “Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim” der gibi bir hali var. Sizde nasıl durumlar? Çizimlerinizdeki karakterler sizin de yavlularınız oluyor mu mesela? Yoksa bizdeki garip bir bağlanma şekli mi 🙂 Patalojik miyim Anıl hanım kısacası 🙂 Not: Aynı şeyi mesela Leyla Fonten serisi için yaşadım, kitapçıya gidip “Yazarı Leyla olan kitap serisini arıyorum” demiştim. Sizde de çizdiğiniz karakter, sizden öne geçiyor mu, sizden bağımsızlaşıyor mu ve kendi başına ayrı bir anlam yükleniyor mu mesela?
Anıl: Hepsi yavrularım tabii. Ama hepsinin de üstüne gül koklarım. Belki ideal yavrumu henüz üretememişimdir. Belki de sayıca çok olunca değer yitiriyorlar. Ya da ben biraz kalpsizim! Çizdiğim bir karakterin benden daha çok tanınmasını isterdim. Bunu her çizere nasip olmayan büyük bir başarı göstergesi olarak görüyorum.
Saadet: Eşiniz de sizinle aynı işin içinde ve anladığım kadarıyla beraber güzel çalışmaların içindesiniz. Biraz bahseder misiniz neler yaptığınızdan?
Anıl: Burada self-publishing denilen bir sektör var. (Türkiye’de de yapılıyor aslında, ama çok yaygın değil.) Yazarlar yayıncılardan bağımsız olarak kitaplarını kendileri yayınlıyorlar. Biz de eşimle birlikte kitaplarını kendileri üretmek isteyen bağımsız yazarlara destek oluyoruz. Süreç dosyanın edit edilmesiyle başlıyor; illustrasyon ve tasarımla devam ediyor; ISBN, baskı gibi teknik desteklerle sonlanıyor. Genellikle, yazar bize dosyayla gelip kitapla gidiyor. Aslında resimleme hariç tüm bunları Ozan yapıyor diyebilirim. Benim dışımda, başka çizerlerle de çalışıyoruz.
Bir de bana eskiden çok ütopikmiş gibi görünen bir uygulama var: Avustralya’da kütüphanelerden ödünç alınan her kitap için devlet o kitabın yaratıcılarına ödeme yapıyor. Yazar, varsa çizer ve yayıncı, kitap başına bir yüzdeyi paylaşıyorlar. Yıllık yapılan bu ödeme bazı kitaplarda telif ödemesinden bile fazla. Hatta kitabın bir-iki sayfasını fotokopisini çekerek kullananlar adına bile yaratıcılara telif ödeniyor!
Saadet: Tıpkı oğlaklar gibi sürekli zıplayan ve yerinde duramayan zamane çocuklarına söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Anıl: Geliyo beş kardeş!Saadet: Mevcut ve potansiyel Oğlak ailelerine ne söylemek istersiniz peki?
Anıl: Onlara da selam söyleyelim.Saadet: Çok teşekkür ederim sohbetimize dahil olduğunuz için. Bu da son olsun, yerime kangurulara sarılır mısınız 🙂
Not: Anıl Tortop’un sayfasından çalışmalarını görebilirsiniz. İşte tam da şurada
Güzel bir söyleşi.Edebiyata,sanata,çocuğa farklı pencerelerden bakan iki toplum.Ortak sorunların kaygıların dışında emeğe,sanata verilen değeri duymak insanı mutlu ediyor.
Ben de hem soruları hazırlarken, hem de yanıtları okurken keyif aldım 🙂