Doğadaki Son Çocuk

Richard Louv tarafından yazılan ve bu haftaya konu olan kitabı istisnasız herkesin okumasını tavsiye ediyorum. Bunun altında bir değil birçok neden saklı. Öncelikle bu bir okul öncesi çocuk kitabı değil. Bununla birlikte bu gruba öyle veya böyle hitap eden (anne-baba-öğretmen-pedagog vb.) herkesin okumasında fayda olan bir kitap. Sadece onlar değil her insanın kendisini daha huzurlu ve sağlıklı hissetmesi için danışacağı bir kaynak kitap.
 
Gönlümden geçen en çok da karar verici konumunda olanlar ile yerel yönetimler, siyasi liderler ve toplum yararına iş yapan herkesin ilgi alanında olması bu kitabın. Bununla birlikte çevreci gruplar ve toplum gönüllülerinin de zaten bildiğini varsaydığım konuları anımsatma niyetinde olabilir. Bir de kendi içgüdülerini dinleyenlerin zaten bu yolu fark etmiş olduğu gerçeği ile karşılaşmaları için bir vesile olabilir Doğadaki Son Çocuk. 
 
Bunca söz veya bundan sonra yazacaklarım bile inanın kitabın kıymetini göstermiyor. Doğanın iyileştirici gücünü görmemiz ve bunu bir kez daha yaşam felsefemiz haline getirmemiz gereğini hemen her alandan örneklerle önümüze sunuyor Richard Louv. Ceyhan Temürcü emimin bu kitabı çevirirken kendi adına en güzel işlerden birine bulaşmıştır. 
 
Doğa yoksunluğu ve bununla beraber oluşan türlü sıkıntıları sıralayan yazar pekçok araştırma ve örnek ile konunun öneminin altını bir kez daha ve kalın bir çizgi ile çiziyor. Evlerinin yakınında doğal alan olan çocukların olmayanlara göre ruhsal hastalıklarla daha az uğraştığı gibi ciddi araştırma verilerini paylaşan yazar, hayatını insan ve doğa arasındaki ilişkiye adamış. Bazen bilimsel verilerden yararlanıyor, bazen geçmişine gidiyor, bazen araştırmalarına dayanıyor ve bazen de birebir görüşmelerinden örnekler veriyor. En fazla etkileyen kısımlar ise çocukların doğa ile temaslarına dair alıntılardan oluşuyor. Bunlardan bir tanesinde bir çocuk her yeni bitkinin adını öğrendiğinde yeni bir insanla tanışıyormuş gibi hissettiğini söylüyor mesela. 
 
Çocukların sosyal ilişkilerini geliştiren, onlarda özellikle son dönemlerde sıkça duyduğumuz dikkat eksikliği ve hiperaktivite gibi tanıların tedavisinde doğanın eşsiz sağaltıcı özelliğini farklı ülkelerden örnekler ve araştırma sonuçlarıyla sunan yazar bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Doğal yaşam derken içinde plastik oyuncakların kurulu olduğu, zemini de plastik türü bir şey ile kaplı ve küçücük parklardan bahsetmiyor yazar. Bunların yapaylığı ve zararları yanında gerçek anlamda doğada yetişen veya yetişmesi için çaba sarfeden ülkelerin nasıl da önemli ve gerekli bir konuya zaman harcadıklarını gösteriyor Richard Louv. 
 
Günümüz çocuklarının ve artık çoğu yetişkinin de görsel ve işitsel duyularının gelişmesi yanında diğer duyularının zayıfladığının belirtildiği kitapta dokunmak, hissetmek, koklamak nerdeyse yok olmak üzere. Elimizdeki teknoloji ile dünyanın her yanını gezip görebiliyorken dokunmak, hissetmek, koklamak, deneyimlemek neredeyse imkansızlaşıyor. Bu da sayamayacağımız kadar sorunu beraberinde getiriyor. Bir ağacı görmekle onun gölgesinde oturmak ve serinlemek, yanında küçük bir ağaç ev yapmak ve dallarından meyve toplamak birbirinden çok farklı şeyler. Çocukluğunda doğada ve sokakta olan çocuğun hayal dünyasının nasıl geliştiği ve kendisini geleceğe nasıl da güvenle hazırladığını anlatıyor yazar. 
 
Elbette çağımız insanının korkularına da değiniyor. Güvenlik algısının bizleri nasıl da evlerimize, sitelerimize veya dairelerimize hapsettiğini ve yaratılan bu algının her geçen gün pekiştirilmesiyle çocuklarımızın kaçırdıkları şeyleri hatırlatıyor hepimize. Verdiği karşılaştırmalı ve çeşitli örneklerle aslında bu korkuların çocuklarımızla birlikte bizleri de nasıl esir aldığını da söylüyor yazar. Sonuç olarak geleceğe daha sorunlu ve güvensiz bireyler hazırladığımızı gözler önüne seriyor. 
 
Her sayfasında ve her bölümde okuyanı içine alan ve bir kez daha kendimizle yüzleşmemizi sağlayan kitap ‘kültürel otizm’ diye bir kavramdan da bahsediyor. İç dünyamıza iyi gelenin algıladığımız ve sahip olduklarımızın ötesinde ve daha değerli bir şey olduğunu ve bunun da doğada olduğunun söylendiği kitapta eğitim, ruhsal durum ve sağlık gibi konularda artı değerin nasıl oluşacağını da işaret ediyor. Teknolojinin başarıdaki etkisinin çok ama çok küçük olduğu ve bunun da yinelemeli alıştırma problemlerinde oluştuğunu gösteren araştırma verilerinden yararlanılan kitapta bizlere sunulan ve içine hapsolduğumuz her şeyi tersinden okumaya davet ediyor. 
 
Bu kitabı okurken bir yandan da Black Mirror dizisinin yeni sezon bölümlerine bakıyordum. Eş zamanlı okuma ve izlemede aslında temel derdin benzer şeyler olduğunu görmek çok da zor değil. Sanırım anahtar kelime teknolojinin kullanıcısı veya bağımlısı olmak noktasında tercihimizin hangisinden yana işleyeceği. 
 
Serbest zaman kadar, serbest ve kendi akışında gelişen oyunların da büyüklerin yönlendirdiği oyunlardan çok daha işlevsel olduğunu söyleyen yazar çocukların dahil olduğu kamplardaki oranları da önceki yıllara göre kıyaslıyor. Bu kıyaslama da hem niteliksel hem de niceliksel veriler değerlendiriliyor ve ikisinde de olumsuz yöndeki gidişata değiniyor. Oysa ki tüm olumlu yanları ile kamp yaşamının çocukların hayatındaki önemini hemen hepimiz biliyoruz. Bununla birlikte toplumsal anlamda yaşanan olumsuz gidişattan bu alan da nasibini alıyor. 
 
Yazar her söyleminde ısrarla doğanın hem bizler hem de çocuklar açısından iyileştirici ve geliştirici etkisine değiniyor. Bunu bazen eğitim yolundaki örnekleri ile bazen de sağlık verileriyle önümüze sunuyor. Bu veriler bazen okuyucuyu dehşete düşürüyor. En azından ben okurken üzüldüğüm, içimin sızladığı verileri gördüm. Bunlar arasında en önemlisi okul öncesi çocuklarda ruhsal sorunlarla ilgili ilaç kullanım oranlarının nasıl yükselmiş olduğunu gösteriyordu. 
 
Çok basit ama bende iz bırakan bir örnek de araçlarda arka koltuklara monte edilen ekranlarla ilgili eleştiriydi. Bu ekranlar sayesinde arka koltukta oturan çocukların etraflarına bakmadıkları, doğayı izlemedikleri, sadece kendilerine sunulan ile yetindikleri ve sessiz bir yolculuk geçirdikleri konu son derece önemli. Yazar kendi çocukluğunda o camların nasıl da ‘yol sineması’na dönüştüğünü anlatıyor bizlere. Okurken aynı şeylere harfiyen katılmamak elde değil. Özel aracına yüklemese bile toplu taşıtlarda da her koltuğun önünde yer alan ekran ile zaten teknolojiye doğan çocuklar önce bu ekranları kurcalıyor ve oyunlara, hareketli görüntülere ve çizgi filmlere kitleniyor. Kesinlikle karamsar veya fazla eleştirel bir okuma olmadığını düşündüğüm bu eleştirileri hepimizin kendisine de yapması gerektiğini düşünüyorum. Değişen renkleri, değişen yollar ve doğayı görmeden hele de uzun yolculuklarda baktığımız yerlerdeki manzaraların hiçbirini bilmediğimiz yolculuklar ile daha da fazla ekran bağımlısı haline geliyor ve çocuklarımızı da getiriyoruz. Böylece tam da yazarın vurguladığı gibi biyoseverlikten videoseverliğe geçiyoruz. Açıkçası neleri kaybettiğimizi anladığımızda umarım fazla geç kalmış olmayız. 
 
Tüm bu anlatılanların olumsuzluğunu fark eden ve insanın doğanın bir parçası olduğu gerçeğini her yönüyle kavramış ülke ve toplumların kent yapılanmaları, eğitim çalışmaları ve doğal alan kavramına yaklaşımları da anlatılıyor elbette kitapta. Yani öyle hemen yelkenleri indirmiyoruz. Hala çevreci gruplar, sivil toplum örgütleri ve elbette siyasi iradenin yaşamdan yana tavır aldığı örnekleri görüyor ve umutlanıyoruz. Onlar elbette her alanda başarıyı mutlu insanları ve geleceğe yatırımları ile yapıyor. Elbette insanlık adına mutlu olurken bu olumlu verilerin kendi yaşadığımız coğrafyada da görülmesini umuyorum tüm kalbimle. En basit örneği ile okullarını doğanın içinde ve ona uyumlu kuran ülke örnekleri, yerel bitkilerini ve yaban hayatı koruyan hükümet kadar bunları eğitime dahil etmeleri de çok güzel. Birarada yaşamak ve sosyo-kültürel açıdan daha gelişmiş olmanın temeli sanırım doğadan kopmak değil aksine ona daha yakın durmaktan geçiyor. Tüm bu çabalar o ülke ve toplumlarda suç oranlarının da azalmasını sağlamış ve bu son derece sevindirici bir bilgi. 
 
Herkesin kendi bulunduğu noktadan, şehirden ve ülkeden yapabileceklerini aktaran yazar kitabın son kısmında çocuklarla doğada neler yapılabileceğine dair de 100 kadar tavsiyede bulunuyor. 
 
Ben de en azından bu yazı ve sonrası için kendi ülkemde doğadan yana olan herkese saygılarımı sunuyorum. Sadece bugüne değil yarınlara dair de çaba gösterdikleri için. Zeytin ağaçlarını koruyanlardan, bir canlıya sahip çıkana ve her yaşamın kıymetli olduğunu davranışıyla gösteren kadar herkese teşekkürü borç biliyorum. Elbette diliyorum ki, parmakla saydığımız ekolojik yatırımlar genele yayılsın. Tüm yerel yönetimler ve siyasi liderler sadece ama sadece doğadan ve yaşamdan yana olsunlar ve tüm kararlarında bu bilinçle hareket etsinler. En küçük başlangıç olarak bu kitabı okusunlar. Ya da okunamıyorsa içgüdülerine ve doğanın sesine kulak versinler. Mühendisler ve mimarlar tüm çalışmalarını doğaya uygun yapsınlar ve eğitimle ilgili tüm çabalar ile mimari yapılar doğanın içinde olsun. Daha ne mi olsun, zeytin ağaçlarının bolluğunda ve ekolojik zenginliğimizde güvenle, ilgi ve sevgiyle büyüyen çocuklarımız olsun. Daha ne mi olsun, her çocuk bir ağacın büyüdüğüne şahit olsun, kuş sesleriyle büyüsün asla şiddetin hiçbir türlüsü ile değil. Peki daha da mı ne olsun, ayağımıza sadece ama sadece küçük papatyalar dolansın ve bizler kekik kokularının içinde yürüyelim. Gerisi sadece sağlık olsun…
 
Metnin Yayınlandığı Gazete için tıklayınız

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.