Büyük Sözcük Fabrikası

Büyük sözlerin çokça söylenip anlamlarını yitirdiği günlerdeyiz. Yazmak, konuşmak artık tadından tuzundan eksik ve bunun da farkındayım. Ölümün her yanımızı sardığı şu günlerde özellikle zorlayıcı olan çocuklu olanlar için sanırım. Öyle böyle değil zorluk hem de. Bir tarafı böyleyken diğer yanı yine onlar için çırpınıyor. Çocuklar, size keşke sözün gerekmediği ama tüm güzelleri yaşatabileceğimiz günlerin bolluğunda olsaydık da tam da elimdeki kitabın büyüsüne kapılsaydık her beraber.
 
Büyük Sözcük Fabrikası kitabı Aylak Kitap tarafından basılmış. Agnes de Lestrade ve Valeria Docampo tarafından yazılıp çizilen kitap Türkçe’ye Çağıl Öksüztepe tarafından çevrilmiş. Kitabın künye bilgileri yazan kısmında sevimli bir köpek var ve önündeki ‘a’ harfine bakıyor. Resimler o kadar güzel ki sahiden söz israfını engelliyor. 
 
Sözcüklerin parayla satıldığı garip bir ülkeden bahsediyor kitap. Zenginlerin bolca sözcük alabildiği ama fakirlerin alamadığı bir ülke işte burası. İnsanlar sözcükleri yutup sindiriyor ve öyle konuşabiliyor, yoksa konuşamıyor. Çöplüklerde sözcük arayan insanlar var ama buralarda kötü sözcükler bulunuyor sadece. İlginç bir anlatım tarzı var kitabın ve çok kıymetli sözleri. 
 
Bir fabrikada sözcüklerin üretildiği bir ülke hayal edin şimdi. Bir de balkonda ellerindeki fileyle sözcük avlayan çocuklar. Çünkü bu ülkede bazen sözcükler havada dolaşıyor. Bu sözcükleri avlayanlar gerektiği zamanlara saklıyor onları. Konuşmanın parayla ilişkisi üzerinden farklı bir anlatım hakim yazıya. 
 
Hal böyle olunca sizlerin de tahmin ettiği gibi konuşmak ve fazla söz sarfetmek de anlamını aslında yitiriyor. Tam da sanki içinde kaldığımız kimi halleri anlatır gibi değil mi? 
 
Kitaptan zaman zaman uzaklaşsam da söylemeden edemeyeceğim, örneğin bir ölüm anında, bir annenin evladını yitirdiğinde hangi sözcük daha kıymetli olur? Hiçbiri. Hem de hiçbiri. Çünkü tüm sözcükler birleşip, gizli bir işbirliği içinde anlamsızlaşır. Hiçbir söz o acıyı tarif edemez veya o acıyı dindiremez. Maalesef yazarken bu satırları farklı bir ülkeden çevrilen bu kitap imdadıma yetişiyor. Neden mi? O da tam da benim hissettiğime tercüman oluyor işte. Sözlerin fazlalığında yitirilen anlamlara değiniyor. 
 
Bu içimize iyi gelen kitapta Özgür diye bir çocuk, Cemile diye bir kıza aşık oluyor. Filesine aldığı sözcüklerle ona sevgisini söylemek istiyor ama file çok zengin değil sözcük bakımından. Bir de Gürbüz var ve onun maddi durumu iyi olduğundan, O sözcükleri pervasızca sarfedebiliyor. Gürbüz de Cemile’ye ‘Seni bütün kalbimle seviyorum Cemile’m. Biliyorum ki bir gün seninle evleneceğiz’ diyor. Sözlerinin fazlalığından güven alan Gürbüz’ü bir sürpriz bekliyor. Çünkü bu kitap ve hazırlayanları da kitabın ilgili okuyucuları gibi sözcüklerin duygulara büründüğü halinden keyif alıyorlar. Nasıl mı? Bazen duyguların ifadesinde fazla söze gerek olmadığını, asıl duyguların sözcüklere sığamayacağını bilirler kimileri. Sözcükleri küçük, ama kalbi büyük olan Özgür şanslı çünkü Cemile de aynı değer sisteminden geliyor. O da sözcüklerin bolluğunda kaybolanlardan.
 
Özgür’ün elinde sadece ‘kiraz, toz ve sandalye’ kelimeleri var. Sadece bunları sarfediyor Cemile’ye. Ama bununla beraber bakışı, duruşu, duyguları da yükleniyor her bir harfin içine. 
 
Aklıma yazarken insanların birbirlerine paranın ederi üzerinden tonlarca hediye alıp duyguları yok ettiği ve dahası o hediye edilenlerin teşhir edildiği günümüz ilişkileri geldi. Bir de bunun yanında duygusunu karşısındakine verebilenler, kalbini tamamen sevdiğine açabilenler geldi. Zor zamanlar dedim ya aynen öyle, sözcüklerin bolluğu kadar paranın da bolluğunda kaybolan değerlerimizi izliyoruz. Oysa bunların hiçbiri ruhlarımıza iyi gelmiyor, gelemiyor. Bu yüzden de doymuyoruz, huzurlu hissedemiyoruz ve rahatlayamıyoruz. Bazı şeylerin bolluğu ruhumuzu daralttıkça daraltıyor ve orada kısılıp kalıyoruz. Dışı hoş içi boş şeylere dönüşüyoruz sonra herbirimiz. Aynen evladını kaybeden anne babaların yaşayan ölülere dönmesi gibi…
 
Kitaba dönersem tekrar, Özgür’ün sözlerine karşılık sarfedecek sözü olmayan Cemile onun yanağına bir buse konduruyor. Hadi bakalım bu buseyi doldurun bir sözcük ile. Olabilir mi? Olamıyor işte. Bazen ne yaparsanız yapın bir duyguya bir sözcük bulamazsınız. 
 
Yoğun bir aşka, bir ölüm acısına, bir ayrılık acısına, bir doğum müjdesine bulamadığımız gibi bazen travmalar da sessizliğe büründürür insanları. 
 
Bu yazı için üzgünüm bir yanıyla çünkü ölüm artık normalleştirilmeye çalışılıyor yaşadığımız coğrafyada ve sözcüklerime onların ağırlığı ekleniyor. Yine de ve özellikle çocuklarımız için yazmak istedim. Vazgeçmemek için yazmak istedim. Çünkü biliyorum ki en büyük sözler sessizlikte söyleniyor. Sessizliğin çığlıklarında kahrolmamak için yazıyorum şimdi. Umuyorum daha güzel bir yaşam sunabiliriz çocuklarımıza. Umuyorum ölümün değil yaşamanın kutsandığı ve dillerin bunun için sözcük arayışına girdiği günlere bırakır yerini bugünler. 
 
Metnin Yayınlandığı Gazete için tıklayınız

Şunlar da Hoşunuza Gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.